“Hakikati mi istersin yoksa güzel şeyler mi?
Seni memnuniyetle kandırabilirim.”
Başlangıç için hoş alıntı, değil mi? Bir filozofun yahut bilge kişinin ağzından çıkmamış; bu sözler İngiliz sanatçı Paloma Faith’in gönülleri titreten eserinden geliyor. O, teyitçilik yahut hakikatin zihnimizle didişmelerinden değil, insan ilişkilerinden dem vuruyor olsa da hakikate kucak açış yollarımız çoğunlukla benziyor.
Duygusal hayatın kırılgan zincirlerinden tutun da epistemoloji kitaplarına dek alıntılarla süsleyebileceğimiz bir hakikat var: Hakikati istemiyoruz. İstediğimiz şeyin hakikat olduğuna inanıyoruz, hakikat uğruna çabalıyoruz, fakat bize gereken çok daha büyük bir sistem güncellemesi.
Siz derken, bizden bahsediyor.
Olması gereken ve gerçekte olan arasındaki eşik bazen hendeğe dönüşüyor, bu dönüşümü yaşarken içinde olduğumuzu sık sık unutuyoruz. Eşiğin varlığını unutup sık sık takılıp düşüyoruz ama neden düştüğümüzü bir türlü kavrayamıyoruz, çünkü kendimizi hakikatin neferi olarak görüyoruz, düştüysek ya birisi çelme takmış ya da hakikat tutkumuz toplumun standartlarına uymamıştır, değil mi?
Gelin, iki ayrı örnekle hakikatle, o yüce ‘olması gereken’le aramızdaki eşiği doldurmak için birkaç kürek sallayalım.
“Niye bunu teyit etme ihtiyacı duydunuz, neyden rahatsız oldunuz?
“Yanlış olduğunu kanıtlayıp ne kazandınız, onca yanlış varken sıra buna mı geldi?”
Bunlar Teyit editörlerinin bazen saatler bazen günler süren analizleri sonucunda gelen yorumları bir heybeye attığımızda en ağır basan sözcük bulutları. Ufak bir cerrahi operasyonla çok daha büyük parçalara iliştirilmiş bu soruları çekip çıkarmayı deneyelim, büyük ve önemli soruları başkalarına bırakıp, biz detayları tartışalım.
Hakikate neden ihtiyaç duyduk?
Sahi, tartışılması gereken onca sorun varken bu ya da şu analize neden zaman vakfettik? Aristoteles'in dediği gibi, doğamız gereği bilmek istiyorsak bu soru ortaya çıkmamalıydı, ama çıktı ve bol bol sarf ediliyor. Demek ki doğamız gereği bilmek istemek, hakikate tutunmak yetmiyor, bir tetikleyici gerektiğine inanılıyor. Hakikate meftun olduğumuzu sık sık yinelerken, onu hissetmek yerine ona eldivenle yaklaşmak, Foucault’nun heterotopyasında yaşadığımızın cansız sinyali gibi. Heterotopyalarda karşıtlıklar sanki karşıt değillermiş gibi, el ele yaşar fakat yine de heterotopya sakinleri zıtlıklara karşı mücadelelerini sürdürdüklerine inanır. Yani hakikatle ilişki durumumuz karmaşıktır fakat takipçilerimize ‘Hakikatle mutlu bir ilişkisi var’ güncellemesi geçmekte beis görmeyiz.
Oysa kimse yanlış bilgiyi istemez, şayet yanlış bilgi hayatlarına anlam verdiği düşünülen değerlere çizik atmaya başlamadıysa. Hakikat nazik değildir ve sarsıntıya dayanıklı olmayan, hassas değerlere hakikatle yaklaşıyorsanız, neden rahatsız oldunuz? Teyit metodolojisinde bu sorunun üç ayrı yanıtı var. Burada da anlattığımız üzere “editörler tarafından incelemeye alınacak şüpheli bilgiler, keyfi olarak değil; önem, yaygınlık (viralite) ve aciliyet kriterlerine göre seçilir.”
Hazır bahsi geçmişken bu üç kriter ‘onca yanlış varken sıra buna mı geldi’ sorusunun da yanıtında kullanılabilir. Evet, sıra buna geldi diyebilmek bana kalırsa bünyesine katılmadan önce de, katılıp mutfağını tanıdıktan sonra da Teyit’i özel kılan huylardandır.
Bu eleştirilere yanıtlar verirken tümünün altındaki anlamları da düşünüyorum ve yüzeyin biraz altında bu anlamı da keşfedeceğimizi hissediyorum. Hakikatle karşılaştığımızda nedense aynı samimiyeti kuramıyor olmamızda başka bir sorumlu olamaz mı? Hegel, biraz karmaşık görünse de “algının Bu’suna... dille erişilemez” diyordu, yani algıladıklarımız ve değer statüsünde tanımladıklarımız için birinin gelip ‘doğru bu değil’ demesinin bir kıymeti yok, olmamasına da şaşmamalı.
O halde başlangıçta bahsettiğim, olması gereken ve gerçekte olan arasındaki eşiğin uzun zaman önce bir hendeğe dönüştüğünü, her zihnin birer mağdur olduğunu sabitleyerek işe başlayalım.