Tohum dosyası (III): İthal tohumlar bizi zehirliyor mu?

Tohum dosyasının üçüncü bölümde tarım sektöründe sıkça tartışılan pestisitlerin kullanımı, etkileri ve bu konudaki tartışmalar inceleniyor.


11/05/2020 14:06 13 dk okuma

Bu içerik 3 yıldan daha eski tarihlidir.

Tohum dosyasının ilk bölümünde Türkiye’nin neden ithal tohuma ihtiyaç duyduğuna ve tohumun ithal edildiği kaynaklarla ilgili iddialara değinmiş; ikinci bölümde ise tüm ithalat hareketlerinin durduğu Covid-19 pandemisi sırasında Türkiye’nin alacağı pozisyonu görmeye çalışmıştık. Bu bölümde, ithal tohumların sağlıksız hatta biyolojik birer silah olduklarına ilişkin iddiaların üzerine gideceğiz.

İthal tohum olgusu, salgın ile beraber en azından bir süreliğine Türkiye için askıya alınsa da salgın öncesine kadar ithal tohumu Türkiye’de en kabul edilmez kılan, tohumların hibrit olduğu sanrısıydı. Geleneksel yöntemlerden alışıldığı gibi üründen alınan tohumun ekilmesiyle yeniden ürün vermeyen ya da şekli bozuk ürünler veren hibrit tohumlar, GDO’lu ve biyolojik silah olmakla suçlanıyordu. Tohum Dosyası’nın üçüncü bölümünün sorusu: İthal tohumlar bizi zehirliyor mu? Meseleyi daha derinlemesine konuşabilmek için bu soruyu biraz daha özelleştirelim: İthal tohumlar GDO’lu mu? Hibrit tohum, GDO’lu mu? 

Buğday Derneği’nin internet sitesinde yer alan bilgilere göre hibrit tohum kısaca yapay döllenme ile oluşturulmuş tohum demek. Yani hibrit tohum, “genetik yapısı ile oynanmış tohum” anlamına gelmiyor.

Hibrit tohum, aynı türe ait bitkinin genetik bakımdan kendisiyle yakın akraba olmayan bir başka bitki ile melezlenmesiyle elde edilen ilk nesil (F1) melez tohumlara verilen isim. Ancak F1 melezleri genetik yapıları gereği bazı özellikleri iyi olan iki bireyin melezlenmesiyle elde edildiği için bunlardan elde edilen tohumlarda -yani F2’lerde- F1’de istenilen özelliklerin çok az bir kısmının korunduğu görülüyor. Dolayısıyla özellikle yaz aylarında pazardan aldıkları meyvelerin tohumlarını çıkarıp eken insanların kullandığı tohumlar F2 tohumları olduğu için bitkiler verimli ya da kaliteli olmuyor ve fideler beklendiği formda ürün vermiyor. F2 tohumlarını ekip şekli bozuk ya da gelişememiş ürünlerle karşılaşan insanlar da tohumların genleriyle oynandığını düşünüyorlar. Aslında bu sadece F1 tohumu yerine F2 tohumlarının kullanılmasından kaynaklanıyor ve bitkilerin genetiği ile oynanmıyor.

Sonuç olarak F1’de bulunan herhangi bir hastalığa dayanıklılık özelliği F2’de kaybolduğu için, bu özelliklere sahip bir çeşit talep eden üreticilerin her yıl yeniden F1 tohumu satın alması gerekiyor. F1 çeşitlerin bu özelliklerinden dolayı birçok kişi ve kuruluş, bitki ıslahına yatırım yapıyor. F1 hibritler sayesinde tohum sektörünün özellikle dünyada nüfusun çok hızlı arttığı 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca insanların bol ve ucuz gıdaya kavuşmalarını sağlayabildiği düşünülüyor.

Buna karşın standart tohum ise saf hat bir anne veya babanın tohumuna deniyor. Standart tohumu kullanan çiftçi ertesi yıl da kendi tohumunu çıkarıp ekebiliyor, yani bir başka deyişle, geleneksel yöntemlerle tarım yapabiliyor.

Beslenmeyi bekleyen 8 milyarlık nüfus 

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ise türler arasında gen taşınması işlemine verilen ad. GDO üretimi iki yöntem ile yapılıyor: Gen ekleme ve gen çıkartma. Gen ekleme yöntemine göre bitki karakterleri bir veya birden fazla gen eklenmesiyle ıslah ediliyor. Gen çıkartma yöntemi ise genetik mühendisliği yöntemleri ile bir veya birden fazla gen aktive edilerek yapılıyor. 

Genetik değiştirme çalışmaları mısır, pamuk, patates gibi bitkisel ürünlerde zararlılara karşı dayanıklılık; soya, pamuk, mısır, kolza, çeltik gibi ürünlerde yabani ot ilaçlarına karşı dayanıklılık; patates, çeltik, mısır gibi ürünlerde viral bitki hastalıklarına dayanıklılık sağlama; ayçiçeği, soya, yer fıstığı gibi ürünlerde bitkisel yağ kalitesinin arttırılması; domates ve çilek gibi ürünlerde olgunlaşmanın geciktirilmesi ve raf ömrünün uzatılması; yine domateste aromanın artırılması gibi amaçlarla kullanılıyor.

Erciyes Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Aziz Şatana, GDO’nun Türkiye’de politize edilen bir konu olduğunun altını çiziyor ve GDO’nun tarımın sürekliliği için neden bir gereklilik sayıldığını şöyle açıklıyor:

“Dünyanın nüfusu 60 yıl önce 3 milyar civarındaydı. Şu anda 8 milyara yaklaştı. Yaklaşık son 100 yılda iki kattan fazla artmış durumda. Benim gibi agronomistlerin görevi, insanların karnını doyurmaktır. Önce karın doyacak, sonra kalite gelecek. İnsanların karnını doyuramazsanız hiçbir rejim ayakta kalamaz. Bugün FAO’nun verilerine göre, 850 milyon insan açlık sınırının altında yaşıyor.” 

GDO’yu bir silaha benzeten öğretim üyesi, “GDO insanlık yararına kullanılmalıdır, kullanılıyor da. Çünkü klasik ıslah metotlarının, hibrid çeşitlerinin gelebileceği nokta yavaş yavaş bitmek üzere. Bu, yeni bir ıslah metodudur” diyor. Şatana ayrıca sanılanın aksine, şu ana kadar GDO’dan dolayı kanser hastalığına yakalanmış hiçbir vaka olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Elimizde sadece hipotezler var fakat kesin bir kanıt yok. Şu an için net olarak GDO zararlı bir şeydir diyemiyoruz.”

Şatana’nın ifadelerini araştırmalarını çok sayıda bilimsel kaynağa dayandıran Evrim Ağacı sitesinde, Çağrı Mert Bakırcı’nın kaleme aldığı “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) Karşıtlığı Neden Hatalı Temellere Dayandırmaktadır?” başlıklı yazı da destekliyor. İnsan türü olarak etrafımızdaki canlıların genlerini çok uzun süredir evrimin yapay seçilim mekanizmasını kullanarak değiştirdiğimizi ifade eden yazıda, “Mısır, kavun, karpuz, şeftali, brokoli, lahana gibi binlerce yiyecek atasal formlarından insanın evrime hükmetmesi sayesinde evrimleşmiş türlerdir. Bunların hiçbiri bugünkü halleriyle doğada bulunmamaktaydı! Dolayısıyla GDO hayatlarımıza on binlerce yıl öncesinde girmiştir. Ürettiğimiz besinlerin birçoğu da son derece sağlıklı, bizler için faydalı ürünlerdir! Bu bakımdan GDO’nun herhangi bir zararı olmadığı kolaylıkla görülebilir” ifadeleri dikkat çekiyor.

Artık yerleşik olarak kabul edebileceğimiz “GDO zararlıdır” kanısına ait argümanlara da bir göz atalım. Tek Yol Bilim sitesinde yayınlanan “GDO’lu ürünlerin zararsız olduğu iddiası doğru mu?” başlıklı makalede, yazar GDO’lu bitkilere ilişkin tek tipleşme yüksek pestisit tutulumu iddiasına dayanan zararlardan söz ediyor. Buna karşın, Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi’nden Prof. Dr. Selim Çetiner’in “Genetiği Değiştirilmiş Organizma Nedir? Sorular ve Yanıtlar-1” başlıklı makalesinin dokuzuncu sayfasında “Genetiği değiştirilmiş ürünlerin kullanımı tarımsal mücadele ilaçları kullanımını yüzde 8,4 azaltmıştır” ifadesi dikkat çekiyor.

Oysa, Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’nin ek bir protokolü olarak hazırlanan ve 2003 yılında yürürlüğe giren Cartagena Biyogüvenlik Protokolü, GDO’ların biyoçeşitlilik üzerindeki olası tehditleri nedeniyle ortaya çıkmış bir protokol olarak biliniyor. Protokol, genetik olarak değiştirilmiş organizmaların sınır ötesi hareketleriyle ilgili, evrensel düzeyde bağlayıcı ilk hukuk belgesi. Türkiye de Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nü 2000 yılında imzaladı ve 2003’de onayladı. 

Tohum İzi Derneği’nin kurucularından Olcay Bingöl de Cartagena Protokolü’nü işaret ederek, GDO’ların canlı sağlığı, çevre, ekoloji, biyolojik çeşitlilik ve yerli gen kaynaklarında risk doğuracağı ve tehlikeli olduğuna inandığını söylüyor. “Kısacası GDO’ya hayvan yemi veya insan gıdası olarak izin vermek, kesin zararlarını tam olarak bilmediğimiz bir ürünle yurttaşların sağlığını tehlikeye atmak demek. Sağlığın ötesinde çok önemli olan bir nokta üreticinin endüstriyel tarım şirketlerine bağımlı kalması. GDO üretimini savunan çevreler, GDO’ların verim artışı sağlayacağı ve dünyadaki açlığa çare olacağını iddia ediyorlar. Ancak sayısız bilimsel rapor ve FAO’nun da raporlarına bakarsanız, GDO'ların verim artışı sağlamadığı ve açlığa asla çözüm oluşturmadığını açık olarak ifade ederler. Tohum üreten dev küresel şirketler aynı zamanda zirai ilaç da üretirler. Bu şirketler üretip patentini aldıkları genetiği değiştirilmiş tohumları yaygınlaştırıp hem patentli tohum kullandırarak kendi tohumlarına bağımlı hem de o tohumla birlikte bir paket olarak gelen tarımsal kimyasal satışlarını da arttırmayı hedeflerler. Böylece üreticiler gitgide daha fazla kendilerine bağımlı hale gelirler. GDO'ların dayattığı endüstriyel tarım yöntemlerinden sadece devasa tarım şirketleri kazanç sağlarken, üreticiler, tüketiciler ve doğa büyük zarar görür” diyor.

Bingöl’ün dikkat çektiği şekilde FAO’nun açıkladığı raporlarda ve yürüttüğü kamusal bilinçlendirme çalışmalarında küresel anlamda bir israfa dikkat çektiği görülüyor. Ayrıca FAO’ya göre dünyadaki açlık sorununu çözmek için GDO’lara ihtiyaç yok. Dünyadaki açlığın asıl sebebi, besinlerin dengesiz dağılımı. Kuruluş, çeşitli koşullarda verimlilik ve gıda güvenliği için GDO çalışmalarının desteklenebileceğini ifade etse de GDO’nun potansiyel faydaları kadar zararlarına da dikkat çekiyor. 

İlaçsız tarım mümkün mü?

Türkiye’deki tarımsal üretimin en önemli sorunlarından biri de elbette tarım ilaçları ve en meşhur türü: Pestisitler. 

Özellikle Buğday Derneği’nin Zehirsiz Sofralar girişimiyle son yıllarda adını sıkça duyduğumuz pestisitler, Dünya Sağlık Örgütü tarafından en önemli halk sağlığı sorunlarından biri olarak kabul ediliyor. Pestisitin kontrolsüz kullanımı doğal yaşama ve insan sağlığına karşı büyük tehditler savuruyor. Pestisitin canlılar üzerindeki en bilinen etkisi, hormon sistemlerinde yarattığı tahribat. Bunu, pestisit kalıntısı içeren besinlerin yenmesi ile yaşanan akut ve kronik zehirlenmeler takip ediyor. 

hormonal sistem bozukluklari min

Kaynak: Zehirsiz Sofralar

Büyükbaş hayvanlarda, tıpkı insanlardakine benzer akut ve kronik zehirlenmelere rastlanırken, pestisitin toprağa ve yeraltı sularına karışması deniz yaşamını da etkiliyor. Bazı balık türlerinin zehirlenmesine, bazı türlerin yaşam bölgelerinin değişmesine neden oluyor. Pestisit uygulamalarından en çok etkilenen grubun başında arılar geliyor. Kullanılan pestistler bitkiler üzerinde kalıyor ve bu kalıntılar arılar tarafından toplanarak kovanlara taşınıyor. Kovanda pestistlerle beslenen bağışıklık sistemi zayıflamış arılar parazit, virüs, mantar, bakteri gibi arı enfeksiyonlarına yenik düşüyor. Arılar ayrıca pestisitten dolaylı olarak, yön bulma yeteneklerini yitirme, hafıza kaybı ve öğrenme kaybı gibi sorunlar da yaşıyorlar

Peki, hibrit ve GDO çalışmaları ile mükemmel tohum aranıyorsa, neden tarımda kimyasala ihtiyaç duyuluyor? 

Dünya nüfusu hızla artarken, dünya nüfusunun beslenme ihtiyacını karşılamaya yetecek kadar yeni üretim alanı tarıma kazandırılamıyor. Bu yüzden dünya çapında tarımsal faaliyetler, birim alandan elde edilecek ürün miktarının artırılması yönünde geliştiriliyor. FAO kayıtlarına göre, sadece bakliyatlarda hastalık ve zararlılardan kaynaklı yıllık kayıp ortalaması 23 milyon ton. Bu miktar, 150 milyon insanın bir yıllık ihtiyacına karşılık geliyor. Bu aşamada devreye kimyasal mücadele giriyor. Tarımsal üretimde en çok tercih edilen kimyasal mücadele seçeneği ise hepimizin adını sıkça duyduğu, pestisit. 

Tarımsal üretimde zararlılarla neden kimyasallar olmadan mücadele edilememesini, akademik çalışmalar kimyasal mücadelenin yüksek etkinliğe sahip oluşu, sonuca hızlı ulaşım sağlaması ile açıklıyor. Pestisitler, bilinçli ve kontrollü kullanıldığında ekonomik bir seçenek, çünkü ürünü toksin salgılayan organizmalardan koruyorlar.

Dr. Aziz Şatana, hibrit tohumlarda bile tarım zararlılarına karşı yüzde 100 garanti olmadığını ifade ediyor: “Tarım ıslahında verimle kalite beraber yükselmez. Verimi yükseltirken kaliteden fire vermek zorunda kalırsınız. Kalite yükselirken verim düşer. Bunun optimum bir noktası vardır, o noktayı zorladığınız zaman ikisinden birini tercih etmek zorundasınız. Çok verimli, tüm hastalıklara ve zararlılara dirençli çok iyi bir tohum yok.”

Greenpeace Akdeniz’in 20 Ocak 2020’de Gıda Mühendisi Bülent Şık ile yürüttükleri çalışma sonrası yayınladığı “Soframızdaki Tehlike: Pestisit” raporu da Şatana’nın ifadelerini doğruluyor. 2019 yılı Ağustos, Ekim ve Kasım aylarında Türkiye’de faaliyet gösteren beş büyük market ve bir semt pazarından alınan 30’ar domates, yeşil biber ve salatalık olmak üzere toplam 90 örneğin incelendiği raporda, gıda örneklerinde 620 farklı türde pestisit kalıntısına rastlandığı belirtiliyor. Raporda, incelenen 90 adet domates, yeşil biber ve salatalık örneğinin 14’ünde kullanılması yasak pestisit kalıntısı tespit edildiği açıklanıyor.

Oysa ki 2019 yılının farklı zamanlarında, farklı haber kaynaklarının manşetlerinde, Türkiye’den Rusya’ya gönderilen tonlarca domates ve çilekte tarım zararlılarına rastlandığı için Türkiye’ye geri iade edildiği yazıyordu. 

BirGun haber 1 min

22 Kasım 2019 tarihli Birgün haberi 

tohum haber iki min

23 Nisan 2019 tarihli gazeteduvaR haberi 

Pestisit, tarım zararlılarıyla mücadele etmek için kullanılıyorsa Rusya’ya gönderilen tonlarca meyve ve sebzede nasıl haşereye rastlanabiliyor? Aziz Şatana bunu, denetimlerin zayıflığına bağlıyor. Sadece ithal edilecek ürünlerin, alıcı ülkenin koşullarına göre denetlendiğini ki buna rağmen zaman zaman gerektiğinden az pestisit kullanılarak ürünlerin telef edilebildiğini kaydediyor. Buna karşın iç tüketim için herhangi bir denetim mekanizması bulunmadığını vurguluyor. 

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası’nın arşivinde rastladığımız 2008 yılına ait “Türkiye’de Pestisit Kullanımı, Kalıntı ve Dayanıklılık Sorunları” başlıklı çalışma da az sayıdaki denetimle bile önemli sayıda ayıplı ürünle karşılaşılmasına rağmen, Tarım ve Köyişler Bakanlığı’nın (şimdiki adıyla Tarım ve Orman Bakanlığı) konuya yeterince imkan ve kaynak ayırmadığını gösterdiğini öne sürüyor. 

Pestisitlerin gerek çevre, gerek sağlık ve gerekse ekonomik açıdan getirebilecekleri olumsuzluklara dair bilinç, gelişmiş ülkelerde daha yüksek görünüyor. Bunun için, başta Avrupa Birliği olmak üzere, tüm gelişmiş ülkelerde tüketilecek tarım ürünleri çevre ve sağlık açısından sürekli denetleniyor. Bu denetimlerde sivil toplum örgütlerinin payı ve baskısının da etkili olduğu biliniyor. Örneğin AB Ülkeleri Perakendecileri Tarım Ürünleri Çalışma Grubu, İyi Tarım Uygulamaları Protokolü (EUREPGAP)’nü 1 Ocak 2004’te yürürlüğe koymuş. Bu protokol ile AB perakendecileri, raflarına koydukları ürünlerin müşterilerine zararlı olmayacağına dair garanti ve güvence veriyorlar. EUREPGAP Sertifikası, yabancı perakendecilerin üreticinin ürününü satın alması açısından bir garanti. Bu noktada Avrupa Birliği’nin, her pestisit türü için her ürün grubunda özel bir limit belirlediğini ve bunun online bir sorgulamayla ulaşılabilir olduğunu da söylemek gerekiyor.

Türkiye’de ise rutin pestisit kalıntı analizleri Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı İl Gıda Kontrol Laboratuvarları tarafından yapılıyor. Üretici, kurum ya da müşterinin analiz ettirmek istediği örneği getirebildikleri bu laboratuvarların çoğu Türk Akreditasyon Kurumu tarafından ISO 17025 kalite sistemi ile akredite ediliyor. Tarımsal ürünlerin pestisit kalıntısı içermemesi iç tüketim ve dış ticarette çok önemli. AB’nin Hızlı Alarm sisteminde (Rapid Alert System for Food and Feed, RASFF) Avrupa’da dolaşan tarım ürünlerinde pestisit kalıntısından dolayı uygun bulunmayanlar günlük olarak duyurulmakta. Bu anlamda pestisit kalıntı analiz verilerinin doğruluğu, güvenirliği ulusal ve uluslararası kalite sistemleri ile doğrulanmalı. Akreditasyon kavramı da bu ihtiyaçla kullanılmaya başlandı. Akreditasyon, bir laboratuvar, bir kuruluş ya da bir organizasyonun, belli bir analizi, araştırmayı ya da işi yapmadaki yeterliliğinin, bağımsız ulusal ya da uluslararası kalite sistemleri tarafından onaylanması olarak tarif ediliyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı da mevzuatta Avrupa Birliği’ni referans alsa da yapılan denetimlerin sonunda her tarım ürünü için bir rapora rastlamak mümkün değil. Karşılaştığımız ve yukarıda referans verdiğimiz makalelerin çoğunda da ihraç edilecek ürünler haricinde, pestisit kalıntı denetimlerinin çoğu zaman proje bazında çalışmalarla yapıldığını görmek, yurtiçi tüketim ürünleri için pestisit kalıntı denetimlerinin bir rutin olmadığı izlenimini yaratıyor.

Süreci yakından takip eden Buğday Derneği’nin açıklamalarına göre, Türkiye’deki denetim zayıflığı geride kalan yıllara rağmen ileri gidebilmiş değil. Bu sonuçlara göre, Türkiye’nin tarımla ilgili en büyük sorununun ithal tohumdan ziyade tarım ilaçları olduğunu söylemek daha gerçekçi duruyor. Zira sadece tohumda yerelleşmeyi başarmak, nüfusun tamamını doyurmak için yeterli değil. Gereken verimi yakalamak adına ilaç kullanımı kontrol altına alınmazsa, karnı tok bir kitlesel yok oluşla karşılaşabilir.