Küresel sera gazı emisyonları hesaplanıp azaltım ve uyum tartışmaları başlayınca en çok görmezden gelinen alanlardan biri gıda ve onunla bağlantılı tarım ile hayvancılık sektörleri.
Pek çok uzman enerjideki dönüşümün iklim değişikliğin etkilerinin kısıtlanması konusundaki anahtar olduğu görüşünde.
Doğru, ülkelerin sera gazı emisyonu profilleri incelendiğinde tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de başı enerji çekiyor (Türkiye’nin 2017 sera gazı emisyonlarının yüzde 72,2’si enerji kaynaklı). Ancak bu sektörel sera gazı emisyonu profili tükettiğimiz gıdanın yol açtığı emisyonları doğrudan göstermekte başarılı olamıyor.
Enerji kaynaklı emisyonlar Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonlarının yüzde 72,2’sini oluşturuyor ama gıda ve ilgili sektörler için kalan yüzde 27,8’den bir pay biçmemize gerek yok; enerji kaynaklı emisyonların içinde halihazırda gıdaya ayrılmış birçok görünmez emisyon bulunuyor.
Sektörel hesaplar yapılıp enerjinin yüzde 72,2’lik payı hesaplanırken, tarımda kullanılan makinelerin harcadığı fosil yakıtlar, bir seranın ısıtılmasında kullanılan elektriğin üretiminden kaynaklanan sera gazları, gıda hammaddelerinin ya da son ürünlerin nakliyesinde kullanılan yakıt, nakliye ve stok sırasında soğuk zincirin sağlanması için harcanan elektrik ya da fosil yakıtlar da enerji emisyonlarına dahil ediliyor.
Diğer bir deyişle, gıda dediğimiz zaman tarımla ve hayvancılıkla başlayan, ürünlerin işlenmesiyle süren ve tüketiciye ulaşana kadar çok çeşitli yollarla sera gazı emisyonuna yol açan, bu sırada arazi kullanım değişiklikleriyle de emisyon oluşturan dev bir zincirden söz ediyoruz.
Bu zinciri incelemeye tarım ve hayvancılıktan başlayalım.
Tarım ve hayvancılıkla üretilenlerin tümü gıdaya dönüşmüyor; gıda gibi, başta tekstil olmak üzere pek başka sektör de tarım ve hayvancılığa dayanıyor. Ama gıda içeriğinin neredeyse tümü tarım ve hayvancılıktan geliyor. Türkiye’de tarım emisyonları hesaplanırken enterik fermantasyon, tarım topraklarının kullanımından kaynaklı emisyonlar, gübre yönetimi, üre uygulamaları, tarımsal atıkların yakılması ve çeltik üretimi değerlendirmeye katılıyor.
Bitkisel diyete geçmek kalıcı çözüm
Türkiye’deki tarım ve hayvancılık emisyonlarının yaklaşık yüzde 46,8’ini hayvanların sindiriminden ötürü ortaya çıkan metan salımı, yani enterik fermantasyon oluşturuyor. Besi hayvanlarının metan salımını azaltacak yemlerin ve beslenme katkılarının kullanılması azaltım yöntemleri arasında sayılıyor ama toplumun bitkisel proteinlere dayalı diyetlere geçmesi daha kalıcı bir çözüm.
Emisyonlarda yüzde 39,8’lik oranla ikinci sırada, tarım topraklarında tutulamayan azotun atmosfere karışması var. Doğru gübreleme teknikleri önerilen azaltım çözümleri arasında. Benzer şekilde, hayvan gübresi depolanması sırasında ortaya çıkan metan ve azot salımlarının da kompostlaştırma ya da doğru depolama teknikleriyle azaltılabiliyor. Fakat tarım söz konusu olduğunda iklim değişikliği bağlamında Türkiye’nin en büyük sorunu uyum.
“Su zengini değiliz”
İklim bilimci Prof. Dr. Ömer Lütfi Şen Türkiye’de iklim değişikliğine bağlı yaşanacak kuraklık artışını, “Türkiye bulunduğu enlemler itibarıyla kurak iklim ile yağışlı iklim arasında bir yerde. Güneyimizdeki kurak bölgenin iklim değişikliğiyle beraber kuzeye doğru genişlemesi ve Türkiye'nin güney kısımlarını etkisi altına alması, Türkiye’nin yağışında genel olarak bir düşmeye sebep olacak. Günümüz kuraklıklarına göre daha şiddetli kuraklıklar yaşayacağız. Gelecekteki yağış azalmasıyla beraber, akışlarda ve su kaynaklarında önemli azalmalar meydana gelebilir” sözleriyle anlatıyor. İklim bilimci Murat Türkeş ise iklim değişikliği kaynaklı kuraklığı Türkiye’nin su kapasitesini de göz önünde bulundurarak değerlendiriyor: “Türkiye iklimi su açısından orta düzeyde. Yani biz su zengini değiliz. Kuraklık riski orta ve yüksek düzeyde. Özellikle iki yıl ve üzerindeki kuraklıklara Türkiye’de hiçbir sistem dayanamıyor. Su kaynakları iki yıl ve üzerine çıkmış bir kuraklıkla baş edebilecek kapasitede değil.”
Sıcaklık artışı tarımdaki verimi düşürüyor
İklim değişikliği uzmanı ve aynı zamanda IPCC 5. Değerlendirme Raporu’nun ana yazarlarından olan Barış Karapınar’a göre, iklim değişikliği ortalama sıcaklıklardaki artış ve yağışların azalması, bir de aşırı iklim olaylarının sıklığı ve yoğunluğu üzerinden tarım sektörünü doğrudan etkiliyor ve çoğunlukla da verim düşüşüne yol açıyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum 12 Temmuz 2019’da Karadeniz Bölgesi İklim Değişikliği Eylem Planı için düzenlenen etkinlikte, “En bereketli ovalarımız, ülkemizin ciddi gıda deposu bölgelerimiz küresel ısınmanın maalesef tehdidi altında. Bakanlık olarak tüm paydaşlarımızla birlikte iklim değişikliğiyle ilgili mücadelemizi kararlı bir şekilde yürüteceğiz” diye konuşuyordu fakat Barış Karapınar’a göre Türkiye’deki çiftçilerin çoğu iklim değişikliğiyle uyum çalışmalarını kendi imkanlarıyla, idareden destek görmeden yürütüyor: "İki sene önce yaklaşık 700 çiftçiyle bir anket çalışması yaptık. Çiftçilerin yüzde 97’si iklim değişikliğini biliyor ve gözlemliyor. Bunların önemli bir kısmı, yaklaşık yüzde 80’i iklim değişikliğine uyum tarafında adımlar atmaya başlamış bile. Üretim desenlerini değiştiriyorlar. Ürünlerini daha geç ekmeye başlıyorlar, daha erken biçmeye başlıyorlar. Ürün çeşidini değiştiriyorlar, ürün tohumunu değiştiriyorlar. Ama dikkat çeken önemli bir nokta, anket yaptığımız çiftçilerin yüzde 90’ı dışarıdan herhangi bir destek almadıklarını söylediler. Kendi başlarına bir şeyler yapmaya çalışıyorlar."
Gıda krizinin bedelini yoksullar ödüyor
Tarımda iklim değişikliğine uyum çalışmalarının, iklim değişikliği etkilerinin önüne geçmesi, yani hızlanması ve daha nitelikli hale gelmesi gerekiyor. Yoksa çok geçmeden pek çok küçük çiftçi tarımdan çıkmak zorunda kalabilir. Türkiye ise net ihracatçı olduğu pek çok tarım ürününde ithalatçı duruma geçebilir. Tarımda iklim değişikliğine uyum mekanizmalarının kurulamaması, gelecekteki gıda krizinin ağırlaşması demek. Ancak gıda krizinin bedelini ödeyecek olan yine yoksullar.
TÜİK’in 2018 Hanehalkı Tüketim Harcaması bültenine göre, Türkiye’de en düşük yüzde 20’lik gelir grubu 2018 itibarıyla hanehalkı gelirinin yüzde 28,7’sini gıdaya harcıyor. En yüksek yüzde 20’lik gelir grubunda ise gelirin gıdaya ayrılan oranı yüzde 15,4. Bunun anlamı açık. İklim değişikliğinin tarıma etkileri artıp gıda fiyatları yükseldikçe, düşük gelir grupları, gıda talebinin çok da esnek olmamasından ötürü daha hızlı yoksullaşacak.
2050’li yıllarda gıdada yüzde 85’lik artış yaşanacak
Küresel sıcaklık artışı 1,5°C üzerine çıktıkça, iklim değişikliğinin daha ağır hale getireceği gıda krizi, halihazırdaki eşitsizlikleri artıracak. Barış Karapınar, sıcaklığın daha da artabileceği Türkiye’de gıda enflasyonunun sarsıcı etki yapabileceği uyarısında bulunuyor: “Uzun vadeli projeksiyonlar küresel olarak 3°C, 4°C, 5°C, Türkiye için bazı projeksiyonlar 7°C’lik sıcaklık artışları öngörüyor. IPCC’nin projeksiyonlarında, gıda fiyatlarının 2050’li yıllara varıldığında yaklaşık yüzde 85, yüzde 100 civarında artması bekleniyor. Az gelirli haneler gelirlerinin daha büyük bir kısmını gıda ürünlerine harcıyor. Dolayısıyla gıda fiyatlarının artması onları yoksullaştırıcı etkiyle karşı karşıya bırakıyor.”
Gıdanın tek maliyet karşılığı para cinsi
Gıdanın üretimi ve tüketimi sırasında iklim bakiyesine eklenen diğer maliyetleri bulabilmek için kişisel tüketimlerimize bakalım. Tüm dünyada her gün lokantalarda milyonlarca sipariş veriliyor. Bir öğün yemeğin pek çok maliyeti var ancak toplumsal ve ekonomik alışkanlıklarımız bize yalnızca para cinsinden ölçülebilir maliyetleri hesaba katmayı öğretmiş durumda. İşletmenin bu alışverişi yapmak için çeşitli sebepleri var: Belli fiyatlar ödeyerek satın aldığı malzemeleri kendi çalışanları aracılığıyla bir öğüne, yani hizmete dönüştürüyor. Ücretler, hammadde fiyatları, kira ve işletme giderleri, vergiler ve işletme kârı üst üste konduğunda o öğünün satışa sunulduğu fiyat ortaya çıkıyor.
Bir ekmek üzerinden düşünmeye başlamak
Bir ekmeğin üretim ve tedarik zincirlerini ele alalım. Zincirinin ilk halkasında, hammaddenin üretiminden, yani tarımdan kaynaklanan sera gazı emisyonları var. Buğday ununun üretimi buğday tarımıyla başlıyor. Buğdayın ekimi ve hasadı için arazi kullanımı, su, işgücü, tarım ilaçları gerektirdiği gibi, tarım makinelerin harcadığı mazot ve elektrik, bakım giderleri ve üretiminden kaynaklı karbon salımı, birim buğdayın karbon maliyetini oluşturanlar arasında.
Buğday gittiği fabrikada una dönüşüyor. Fabrikadaki işlemler sırasında harcanan enerji ile nakliye işlemlerinde kullanılan fosil yakıtların yol açtığı karbon salımları da maliyete ekleniyor.
Nihayet buğday unu ekmek fırınına ya da ekmek fabrikası veya fırınlara gelip, su, ekmek mayası, tuz, şeker, emülgatör, enzim ve antioksidanlarla birleşip somun ekmeğe dönüşüyor. Ekmeğin satılacağı ya da tüketileceği yerlere dağıtımı sırasında bir de ulaştırma ve saklama kaynaklı karbon maliyetleri ortaya çıkıyor.
Bir ekmeğin fiyatı tespit edilirken, tüm bu faaliyetlerin toplam masrafından birim ekmek başına düşen maliyetler hesaba katılıyor. Tarımsal faaliyetler ve nakliyeler sırasında harcanan fosil yakıtlardan ya da fabrikalar ve ekmek fırınlarındaki işlemlerde harcanan enerjiden kaynaklanan karbon salımı ise dışsallaştırılıyor, yani maliyetler hesaplanırken göz önünde bulundurulmuyor.
Adım adım tabağımızdakilerin maliyeti
Bir kafe ya da lokantada hamburger sipariş etmiş olsak nelerle karşılaşırdık?
Ankara-Kızılay’daki Orta Dünya Kafe’de sipariş ettiğimiz bir hamburger tabağının sera gazı emisyonları bakımından maliyetini hesaplamak belki çok zorlu bir uğraş ama önümüze gelecek tabakta bir araya gelen gıda ürünlerinin ihmal edilmiş iklim maliyetlerini tartışmak için küçük bir araştırma yapabiliriz.
Sipariş ettiğimiz hamburger tabağı önümüze geldiğinde tabağımda gördüklerim şunlar:
- Bolca patates kızartması
- Bir miktar turşu
- Hamburger köftesi
- Hamburger ekmeği
- Hamburgerin içindeki peynir, baharat ve soslar
- Domates dilimleri ve yeşillikler
Orta Dünya Kafe’nin işletmecisi Özgür Yalçın’a tabağımda gördüğüm malzemelerin nerelerden temin edildiğini soruyorum:
Doğu: Patates? Patatesiniz hazır mı? Kendiniz mi yapıyorsunuz?
Özgür Yalçın: Patates maalesef… Soğuk zincirden geliyor. Büyük fabrikalardan, Bolu’lardan üretilip geliyor. Bunlar bir tık kızartılmış. Yağda şoklanıyor, ondan sonra iki buçuk kiloluk paketlere porsiyonlanıp kolilerle de bize ulaştırılıyor.
Yani Türkiye’de ağırlıklı olarak Niğde, Konya, Afyon, Kayseri gibi illerde üretilen patatesler Bolu’ya naklediliyor ve buradaki fabrikalarda işlenip, pişirilip, donduruluyor. Sonrasında porsiyonlanıp ambalajlanıyor ve tüketileceği yerlere gönderiliyor. Tarımsal süreçlere ait emisyonlara ulaşım, pişirme ve soğuk zincir, sonra bir kez daha nakliye, soğutma ve pişirme emisyonları eklenerek patates tabağıma ulaşıyor.
Özgür Yalçın: Bu Çubuk [Ankara ilçesi] turşusu.
Doğu: Yani aslında epey yakında üretilen bir turşu.
Özgür Yalçın: Evet. Hem kendi üreticimize ulaşmış oluyoruz…
Turşular Çubuk’tan, yani hem salatalık üretimi hem de turşu haline getirilmesi işlemleri Ankara içinde gerçekleşmiş. Orta Dünya Kafe turşuları doğrudan Çubuk’taki üreticiden alıyor. Yani bu defalık sadece üretim, proses ve nakliye kaynaklı emisyonlar söz konusu.
Doğu: Köfte?
Özgür Yalçın: Köftemizle gurur duyabiliriz. O bizim aile kasabımız. Üç kilometre ilerideki bir kasabımızdan alıyoruz.
Özgür Yalçın’ın tarif ettiği kasaba gidip derdimi anlatıyorum ve etlerin kaynağını öğreniyorum.
Kasap: Etimizi Kayseri Develi, kuzumuzu da Balıkesir’den getiriyoruz.
Doğu: Arada herhangi bir aracı var mı, yoksa siz et toptancısından mı alıyorsunuz?
Kasap: Biz et toptancısından alıyoruz, kendimiz seçerek alıyoruz. Aldığımızda soğutucudan direkt teslim alıp yine buraya soğutuculu araçla getiriyoruz.
Orta Dünya Kafe’nin alışveriş yaptığı kasap sığır etini Kayseri’de yetiştirilen hayvanlardan, kuzu etini ise Balıkesir’de yetiştirilmiş hayvanlardan ediniyor. Bu hayvanların yetiştirilirken geniş alanlarda tek türe dayalı tarımla üretilmiş yemleri tüketiyorlar. Yani zincir tarım emisyonlarıyla başlıyor. Bunlara hayvanların metan salımını eklemek gerekiyor. Kesim için seçilenler Ankara’daki et kambiyolarına gönderiliyor. Görüştüğümüz kasap eti buradan kendi soğutucu kamyonlarıyla alıp dükkanına getiriyor ve satışa hazır hale getirip yine soğuk depolarda muhafaza ediyor. Et kasaptan alındıktan sonra yine soğuk ortamda saklanıyor ve pişiriliyor. Yani tarım emisyonları, hayvanların enterik fermantasyonu, nakliye emisyonları, soğuk zincir emisyonları ve pişirme emisyonları söz konusu.
Hamburger ekmeği için Orta Dünya Kafe uzun yıllardır fırınlardan alışveriş yapıyormuş ama 2019’da kendi ekmeklerini üretmeye başlamış. Bu da un, maya gibi içeriklerin toptancılardan edinilmesi demek. Peynir, baharat ve soslar da Ankara’daki gıda toptancılarından sağlanıyor. Bu ürünler için öncelikle tarımsal emisyonlar, ardından ambalajlamadan kaynaklı sera gazı emisyonları, gerekirse soğutma emisyonları ve bolca nakliye emisyonu toplam iklim maliyetini oluşturuyor.
Özgür Yalçın: Manavımız aslında hemen bu köşedeki mahallemizin manavı.
Doğu Eroğlu: Sağdaki, büyük manav mı?
Özgür Yalçın: Evet, büyük manav.
Manavda konuştuklarımız şaşırtıcı değil. Bu araştırmayı yaparken Kasım ayındayız ama tezgâha baktığımda henüz doğal mevsimi olmayan pek çok meyve ve sebze görüyorum. Manav, kış aylarında sattıkları sebzelerin neredeyse tamamının Antalya, Mersin, Hatay ya da Adana’dan geldiğini söyleyip, “Seralardan geliyor tabii. Yüzde yetmiş ihtiyacı Alanya-Antalya karşılıyor” diye ekliyor.
Orta Dünya Kafe’deki hamburger tabağındaki marul için Kasım ayı uygun bir tarih ama domates aslında bir yaz sebzesi. Dolayısıyla Kasım’da tezgahlarda satılan domatesler sera üretimi. Bu da üretimde tipik tarım uygulamaları haricinde seranın ısıtılmasına ihtiyaç duyulduğu, yani bolca fosil yakıt kullanıldığı anlamına geliyor.
Evde pişirmek çözüm olabilir mi?
Lokantada satın alınan öğünün içine giren gıda maddelerinin çok ciddi bir kısmı üretimden son tüketime kadar defalarca el değiştirdi, soğuk zincirde enerji harcanarak saklandı ve seyahat etti. Bu adımların her biri sera gazı emisyonu demek. Lokantada yenen yemeğin akla gelen ilk alternatifi, benzer bir öğünü kendi evlerimizde pişirmek. Fakat çoğu zaman lokantaların tabi olduğu tedarik zincirlerinin belki de daha uzunları biz sıradan tüketiciler için de geçerli.
Bazı işletmeler daha kısa tedarik zincirlerine ulaşarak aslında giderlerini azaltmaya çalışıyor. Ama istemeden de olsa karbon emisyonlarını da azalttıkları olabiliyor. Yani bir işletmenin mutfağında kullandığı patatesi yetiştiricisinden alması ihtimali ya da Orta Dünya Kafe gibi, turşuyu üreticisinden edinme olasılığı aynı şeyi bizim yapmamızdan çok daha yüksek.
Mutfağımıza giren kaç temel gıdayı doğrudan üreticisinden sağlayabiliriz ki?
Biz temel gıdalarımızı süpermarketlerden aldığımızda, araya pek çok yeni aracı koymuş, yeni depo ve nakliye faaliyetlerinin karbon maliyetini de böylelikle finanse etmiş oluyoruz. Oysa ki işletmeler bunu daha kısa zincirlerde çözebiliyor.
Restoranların işletme faaliyetlerinden ötürü ortaya çıkan sera gazı emisyonlarını ihmal etsek bile, aynı öğünü kendi evimizde hazırlamaya kalktığımızda daha yüksek bir karbon maliyetiyle karşılaşabiliriz.
Mesele ürünlerin bize nasıl ulaştığı
Aynı yemeği evde hazırlamaya çalıştığımda, mahallemdeki bir marketten aldığım ürünlerin de tıpkı lokantalarda olduğu gibi pek çok sera gazı emisyon maliyeti bulunuyor. Satın aldığım hazır patates ve hamburger köftesi, hazır hamburger ekmeği, kavanozdaki turşu, domates ve yeşillikler de tıpkı lokantalarda olduğu gibi bir yerlerde endüstriyel biçimde üretilen tarım ürünlerinin işlenmesi, paketlenmesi ve raflara ulaşması sırasında sera gazı salımlarına yol açtı. Üstelik ben lokantalardan daha küçük porsiyonlara göre ambalajlanmış ürünler satın aldığım için hem petrol bazlı ambalaj için daha fazla sera gazı salımına sebebiyet vermiş oldum hem de marketlerin soğutma ve işletmelerinden kaynaklanan sera gazı salımlarını finanse ettim. Bir de buna evde israf ettiğim gıdanın karbon maliyetini eklemeliyim.
O halde mesele yemeğin evde ya da lokantada pişip pişmemesi değil, yemeği oluşturan ana malzemelerin nasıl üretildiği ve dağıtıldığıyla ilgili.
Monokültür tarımın bedeli
Türkiye tarımındaki dönüşüm uzun yıllardır tartışılıyor. Uluslararası pazarlara yönelik standartlaşmış üretim yerel türlere dayalı tarımı dışlayarak yüksek karbon emisyonlarına dayalı bir çiftçiliği yaygınlaştırıyor. Bu sırada küçük çiftçiler ise güçsüzleşiyor. Slow Food Türkiye kurucularından gıda aktivisti Defne Koryürek, gıdadan tarıma bu uygulamalarının çiftçilik ve biyoçeşitlilik etkilerini sade bir örnekle özetliyor:
"Geliyor bir makarna firması. Diyor ki, 'Benim durum buğdayına ihtiyacım var. Benim makarnamın dünyanın her yerinde aynı makarna olabilmesi için şu durum buğdayını, benim şuradaki üniversitedeki araştırma görevlilerim üretti. Tescillenmiş bir buğdaydır, endişe etmeyin. Sizin çeşitliliğinize zarar verecek GDO’lu bir şey değil. Ben sizinle anlaşmalı tarım yapacağım. Size ben tohumu vereceğim, siz üreteceksiniz. Ben zaten ürettiğinizi kaç paraya alacağımı biliyor olacağım. Ben arzu ettiğim buğdayı alacağım, siz de arzu ettiğiniz parayı alacaksınız. Anlaştık mı?' Çiftçi 'Anlaştık' diyor tabii. Çünkü "Daha iyi bir devlet planlaması yoksa tarımda, şirketin planlaması hiç yoktan iyidir' diyor. Ama o arada o durum buğdayının coğrafyasında ekilmesi gelenek olan, binlerce yıllık, bugün en iyi koşulda 12,000 yıllık bir geri planından bahsediyoruz buğdayın, 12,000 yıllık datası ölmeye başlıyor."
Aslında bu sorun yalnızca hibrit tohumlarla değil, geniş alanlarda aynı tip endüstriyel ürünlerin yetiştirilmesine dayalı monokültür, yani tek türe ve tek tip ürüne dayalı tarım anlayışıyla ilgili. Üretim maliyetlerini düşürüp neredeyse sıfıra yaklaşan nakliye giderleri sayesinde, büyük hacimlerde yapılan tarımsal üretim, tüm dünyada rekabetçi fiyat üstünlüğü edinebiliyor. Üstelik tüm dünyada standartlaşmış tarım ürünleri ilgili bölgelerin ekolojisine uygun olmasa bile, hibrit tohumlar ve bolca zirai ürün kullanılarak üretilebiliyor. Ancak tarım, hayvancılık ya da balıkçılıkta piyasaya yönelik üretimin bedelleri var.
Bu bağlamda anlatılabilecek en acıklı öykülerden biri, Viktorya Gölü ve yerel ekosistemin başına gelenler. Hikâye 1950’lerde, gıda piyasalarında ihracat değeri yüksek Nil levreğinin Viktorya Gölü’ne getirilmesiyle başladı. Yırtıcı ve oldukça yayılmacı bir tür olan Nil levreği, ilerleyen yıllarda ekosistemin baskın türüne dönüştü. Yüzlerce yerel canlı türünü yok etmesi yetmezmiş gibi, ekosistemde geri dönüşü olmayan hasarlara yol açtı.
Göl etrafında yaşayan insanların hayatları da değişti. Önce çoğalan Nil levreği sayesinde balıkçıların gelirleri arttı. Fakat levreklerin önce diğer yerel türleri yok etmesi, sonrasındaysa kendi türüyle beslenmeye başlayıp sayıca azalmasıyla balıkçılık ekonomisi çökme noktasına geldi.
Yani doğa maliyetlerini dikkate almayan dışsallık prensibi ve küresel piyasaların müdahaleciliği, Viktorya Gölü’ne özgü ciklet balığı türlerinin birçoğunun yok olmasına yol açtı.
Kent MacDougall 2001 tarihli bir makalesinde tek türe dayalı bu balıkçılık girişimini, “Mütecaviz Nil levreği kadar yırtıcı, açgözlü ve nihayetinde kendini yok eden bir mekanizma” diye tasvir ediyordu.
“Dünyayı ancak biz soğutabiliriz”
Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, Türkiye’deki dönüşümün 1960’larda başladığını aktarıyor. Önce monokültür, yani tek ürünlerin çok geniş arazilerde ekimini tarımda mekanizasyon takip etti. Devamını Ali Bülent Erdem’den dinleyelim:
"Yeşil Devrim denilen, yeni hibrit tohumlar ortaya çıktı. Birim alandan çok daha fazla ürün elde edilebileceği söylendi ve çok geniş alanlara ekildi. Endüstriyel üretim tarzı aslında petrole dayanan, hibrit tohum kullandığımız zaman ona uygun daha fazla su isteyen, kökleri toprağın altına girmeyen yayılan, bu yüzden daha fazla sulama isteyen, daha fazla gübre isteyen, onun için kimyasal gübrelerin kullanıldığı, kimyasal gübre kullanılınca zararlı böceklerin ve otların daha fazla çıktığı, onun için pestisitlerin, yani kimyasal zehirlerin, böcek öldürücülerin kullanıldığı bir tarım tarzı. Bunu küçük üreticinin yapabilmesi mümkün değil çünkü çok pahalı bir üretim. Tarımın döngüsü bozuldu ve yüksek enerjiye dayanan bir üretim biçimi haline dönüştü. Öyle ki artık güneşten gıda enerjisi elde etme meselesi petrolden gıda enerji elde etme haline dönüştü. Tarım küresel iklim değişikliğinden etkilendiği kadar aynı zamanda küresel iklim değişikliğinin endüstriyel tarım nedeni oluyor. Yani o kadar yol, mesafe kat ediyor ki gıda ürünleri, sadece üretim aşamasında değil tüketicinin eline gelinceye kadar da karbon tüketimi fazlalaşıyor. Zaten bugün küçük köylü tarımı yapanların söyledikleri açık net, şu sloganı kullanıyorlar: “Dünyayı ancak biz soğutabiliriz.”
Çiftçi-Sen Genel Sekreteri Erdem, gıda konusundaki çözümün gıda egemenliği kavramından geçtiğini düşünüyor. Milyonlarca küçük çiftçiyi temsil eden La Via Campesina örgütü, gıda egemenliği kavramını, “Tarım ve gıda sistemlerimizin merkezine, pazarın ve uluslararası şirketlerin taleplerini değil, sağlıklı ve yerel gıdaları üreten, işleyen ve tüketen kişileri yerleştirmek” biçiminde tarif ediyor.
Gıda egemenliği, küçük çiftçiliğin yaygınlaşmasını ve endüstriyel üretimin ortadan kalkmasını istiyor. Küçük ölçeklerde üretim ve yakın bölgelerde tüketimi savunan bu anlayış, tarım kaynaklı sera gazı emisyonlarını da azaltabilecek pek çok öneriyi içeriyor.
“Gıda egemenliğinden kooperatiflerle kurtulabiliriz”
Çiftçi-Sen Kurucu Genel Başkanı Abdullah Aysu, gıda egemenliği anlayışının üretimdeki sorunları kooperatifler aracılığıyla çözebileceği görüşünde. Aysu 2019’da yayınlanan Kooperatifler isimli kitabında bu konuda, “Küçük aile çiftçiliği yapanlar ile orta ölçekte çiftçilik yapanların, tarım şirketleri karşısında kendilerini koruyabilecek ve varlığını sürdürebilecek ekonomik örgütleri kooperatiflerdir” diyor.
Fakat üretici kooperatiflerinin organizasyonuna eşlik etmesi gereken şey, talebin de bu yönde dönüşmesi.
Aslında Türkiye’nin kimi şehirlerinde, kent bostanı adı verilen bölgelerde, geçimini tarımla sürdürmeyen vatandaşlar yaş sebze-meyve üreterek endüstriyel tarım döngüsünden kısmen kurtuluyor. Fakat kent bostanlarına ayrılan alanlar oldukça kısıtlı, pek çok kentlinin bu faaliyetlere girişecek imkânı yok. Bu yüzden dikkatlerimizi şimdilik tüketim kooperatiflerine yöneltiyoruz.
Kooperatif anlayışı yükseliyor
Gıda üzerine de çalışan tüketim kooperatiflerinin en hareketli olduğu kent şimdilik İstanbul. Yaklaşık 20 farklı tüketim kooperatifi, endüstriyel gıdalar tüketmek istemeyen binlerce kişiye, pestisitler ya da kimyasal gübreler kullanmayan çiftçilerin ürünlerini ulaştırıyor. İklim değişikliği, yani düşük sera gazı emisyonları, tüm kooperatiflerin ürün seçerken baktığı temel kriterler arasında şimdilik yok ama görüştüğümüz kooperatifler, ürünlerini mümkün olan en yakın çiftçilerden sağladıklarını söylüyor. Geleneksel üretim yapan çiftçilerin ürünlerinin doğal mevsiminde, piyasa ekonomisinin uzun tedarik ağlarına ve soğuk zincirlerine dahil olmadan kente ulaşması bile sera gazı emisyonlarının azalması için başlı başına önemli bir adım.
Üreticiye hakkını vererek ucuz gıdaya ulaşmak mümkün
İstanbul’da gıda odaklı tüketim kooperatiflerinin en önemlilerinden biri Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi (BÜKOOP). Aralık 2009’da kurulan BÜKOOP’un gıda marketi, her öğlen 13.00-13.30 öğleden sonralarıysa 17.00-17.30 saatleri arasında açık oluyor. Boğaziçi Üniversitesi çalışanı ve kooperatif gönüllüsü Kamber Yılmaz BÜKOOP’ta satılan ürünlerin tercih kriterlerinden bahsederken “Karşıdaki üreticimizin kooperatif olmasına dikkat ediyoruz. Bireysel üreteciyse de geleneksel üretim tarzını benimsemiş olması lazım” diye konuşuyor.
Bir başka BÜKOOP gönüllüsü Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Pınar Ertör Akyazı, BÜKOOP’un fiyat politikasını “Marketlerdekilerden düşük fiyatlı birçok ürünümüz var ve bunlar bizi ‘Organik ya da ekolojik ürünü sadece zenginler tüketir’ anlayışından uzaklaştırıyor. Üreticiye hakkını vermenize rağmen iyi bir fiyata tüketiciye ürün ulaştırabiliyorsunuz. Organik üretim sertifikalarına para vermeniz gerekiyor çünkü biz üreticilerimizde bu sertifikaları aramıyoruz” sözleriyle anlatıyor.
Kadıköy: Yerel tüketici kooperatiflerine destek vermek
İstanbul’daki çok bilinen bir diğer tüketici girişimi Kadıköy Kooperatifi. Kooperatif gönüllüsü Cemile Kahraman, sağlıklı gıdaya ulaşmanın tüm toplumun arzu ettiği bir şey olduğunu söylüyor ve Kadıköy Kooperatifi olarak bulundukları yerlerde tüketici kooperatifi kurmak isteyenlere destek verdiklerini anlatıyor. Kooperatif gönüllüsü Can Ender Büyüktaş ise üreticilerle çalışırken dikkate aldıkları kriterleri şöyle anlatıyor: “Ürünü alırken, zehir kullanıyorlar mı, ne kadar dönümde hasat yapıyorlar, sigortalı-sigortasız işçi çalıştırıyorlar mı, kadınları çalıştırıyorlar mı veya bir sömürü düzeni var mı gibi sorulara yanıt arıyoruz. 40’a yakın maddeden oluşan bir kriterler listemiz var. Bu kriterleri sağlayan üreticilerden ürün alıyoruz.”
Yerdeniz: Yadigâr tohum ön planda
Kadıköy-Yel değirmeni Mahallesi merkezli Yerdeniz Kooperatifi gönüllüleri, yadigâr tohumlarla çalışan üreticilere ve kadın üretici kooperatiflerine öncelik verdiklerini söylüyor. Nakliye de Yerdeniz Kooperatifi için önemli bir kriter; yakınlardaki üreticiler kooperatif tarafından tercih ediliyor. Kooperatif gönüllüsü Aslı Çolakoğlu, farklı tüketici kooperatiflerinin iş birliği yapıp belli ürünleri tek seferde taşıyarak nakliye kaynaklı sera gazı emisyonlarının azaltılabileceğini ekliyor.
Kooperatif gönüllülerinden Elif Tanrıverdi ise toplaştırılmış talebin bir tüketici kooperatifi aracılığıyla küçük çiftçiye iletilmesinin hayati öneme sahip olduğunu anlatıyor. Tanrıverdi’ye göre tüketici kooperatifleri yeterince talebi temsil gücüne kavuşursa, monokültür tarıma ve endüstriyel üretime zorlanan çiftçiler küçük çiftçi üretimine dönebilir: “Aslında alım garantisi vermiş oluyoruz. Sonra o alım garantisi başka bir şeyi birlikte hatırlamanın yolunu öğretiyor bize: Üretim sürecinde dışarıdan aldıkları girdileri azaltabilmenin yollarını. Hayvandan aldığı gübreyi kendi toprağına uyguladığında girdileri azalmış oluyor. Aldığı verim bir zaman sonra ürün potansiyelinin artmasına neden oluyor ve yıllar içinde kendi doğal ekolojik üretimine geri dönmüş oluyor. Biz de daha sağlıklı bir gıdaya erişmiş oluyoruz.”
İklime uygun bir diyet: Veganizm
Gıdayla ilgili en önemli konulardan biri de beslenme alışkanlıkları. Doğru, gıdanın üretim biçimine göre talebin dönüşmesi önemli ama bazı gıdalara talebin azalması, bazı gıdalara olan talebinse belirli dönemlerle sınırlandırılması sera gazı emisyonlarının geriletilmesinde etki yapacak. Hayvancılık kaynaklı metan emisyonları ve mevsimi dışında meyve ve sebze üretiminin yol açtığı sera gazı salımlarını azaltmak, monokültür tarımı dönüştürmekten belki de daha kolay. “İklime uygun bir diyetten söz edebilir miyiz?” diye sorduğumda, Defne Koryürek şu yanıtı veriyor:
"Diyet dediğimiz herkes zayıflama diyetlerinden konuşuyor. Hayır. Diyet aslında Ömer Seyfettin diyeti! Ciddi feragat ve dönüşüm gerektiriyor iklim. Neredeyse uzvumuza dönüşmüş alışkanlardan vazgeçmemizi gerektiriyor. Domates, gerçekten yetiştiği zamanında yenir, mevsimsel yenir. Domates yemeye alışmış olmak, her yemeğe domates koymaya alışmış olmak, sabah kahvaltısında sürekli söğüş salatalık ve domates görmek istiyor olmak eğer bizim uzvumuza dönüştüyse, Ömer Seyfettin'in Diyet hikayesindeki usulde onu kesip atmamız gerekiyor. Böyle yaşamamız mümkün değil, bu üzerimizde büyük bir ağırlık. 65-70 yaşında bir kadın pazardan çıktığında gazetecinin uzattığı mikrofona, kış vakti şubat ayında, ‘Patlıcan olmuş 11 lira. Bu ne biçim ülke! Adamı soyuyorlar’ diyebilir. Şubat ayında patlıcan olmadığını unutmuş demek ki."
Özellikle kış aylarında televizyonlarda sıkça, “Pazarın zam şampiyonu patlıcan oldu!” gibi ifadelerin geçtiği haberlere rastlarız. Çoğu zaman patlıcan, kabak, domates, salatalık ya da biber gibi yaz sebzeleri, kışın sera üretiminden piyasaya sürüldükçe zam şampiyonluğu için aralarında yarışır. Yazın yani doğal mevsiminde üretildiğinde ısıtma giderleri bulunmayan bu sebzeler mevsimi dışında serada üretilip işin içine serayı ısıtan yakıtların masrafları da girince, kış aylarında yaklaşık yüzde 50 zamlanır. Bu sırada iklim maliyetleri yine görmezden gelinir tabii.
Mevsimi dışında gıda tüketimi, fosil yakıtlara sırtını dayayan sera tarımına talebin artması, yani tükettiğimiz gıda için tarım kaynaklı sera gazı emisyonlarının çok üzerinde bir karbon bedeline razı olmak anlamına geliyor. Koryürek, mevsimsel beslenme dışındaki gıda tüketiminin petrol tüketmekle eşdeğer olduğunu söylüyor:
"Bu süreçte tek kazanan petrol. Serayı ısıtmak için petrol kullanıyorsunuz, üstünü kaplamak için petrol kullanıyorsunuz. Aradaki soğuk hava depolu TIR’da nakliye için petrol kullanıyorsunuz. Tarım ürünlerini paketlemek için petrol kullanıyorsunuz. Sonra geliyorsunuz süpermarkette, her birini başka bir petrol türeviyle [plastik] kapatarak bir kere daha petrollüyorsunuz ve biz bütün bunun parasını her gün ödüyoruz. Desteklediğimiz bu!"
Mevsime uygun beslenmek bir diğer çözüm
Türkiye’deki seraları ısıtmak için kullanılan enerjiden kaynaklı emisyonlara ait net bir veri yok. Hem tarım hem enerji hem de ulaşım emisyonlarına yol açan bir üretim yöntemi olduğu için seralarda üretilen gıdanın karbon maliyetini hesaplamak çok zor. Ancak mevsimsel beslenme sayesinde hem serada üretilmiş hem de uzak mesafelerden getirilmiş ya da ithal edilmiş gıdalardan uzak durmak mümkün.
Gıda konusunda çalışan pek çok kuruluş, mevsimsel beslenmeyi kolaylaştırmak için takvimler yayınlıyor ve yılın ilgili döneminde tüketilebilecek besinleri sosyal medya hesaplarından sürekli yayınlıyor. Bu takvimleri takip edip doğru dönemlerde doğru besinleri tüketmek, kişisel karbon ayak izini azaltmanın en kolay yöntemlerinden biri. Örnek olarak, Buğday Derneği tarafından hazırlanan Kasım, Aralık, Ocak ayları için mevsimsel beslenme tablolarına bakabilirsiniz.
Hayvancılık Türkiye’nin emisyonlarının yüzde 5,7’sini oluşturuyor
Serada üretilen gıdanın karbon maliyetini net biçimde belirleyemesek de Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e sunduğu 2019 emisyon envanterine baktığımızda gündelik yaşamımızda yapacağımız değişikliklerle etkileyebileceğimiz kabarık bir başka sera gazı salım kalemi karşımıza çıkıyor.
Türkiye’nin güncel sera gazı emisyonları envanterine göre, 2017 emisyonlarının yüzde 11,88’i tarımdan kaynaklanıyor. Tarım kaynaklı emisyonların yüzde 48’inin altındaysa hayvancılık sektöründen kaynaklı enterik fermantasyonun imzası var. Yani besi hayvanlarının geviş getirmesi sonrasında atmosfere saldığı metandan kaynaklanan sera gazı emisyonları, Türkiye’nin tüm emisyonlarının yaklaşık yüzde 5,7’sini oluşturuyor.
“Her zaman süt bulmak gerçek değil”
Ali Bülent Erdem endüstriyel besiciliğin “büyük hayvan kentleri” oluşturarak, buralarda doğan hayvanların otlak bile görmeden ömrünü kapalı alanlarda tamamladığını ve kesime gittiğini hatırlatıyor. Barış Karapınar, hayvanların tükettiği yemlerin tarım emisyonları altına kaydedildiğini söylüyor ama aslında bunlar besicilikten kaynaklanan sera gazı emisyonları. Karapınar, bu yemlerin ithalatının da ciddi ulaşım emisyonlarına yol açtığını söylüyor. Türkiye’de pek çok hayvancılık ürünü ithal ediliyor. "Bugün yılın 12 ayı süt buluyorsunuz. Ama bunların hiçbiri gerçek değil. Süt olabilmesi için bir hayvanın yeni doğurmuş olması gerekir. Her zaman süt varsa o süt endüstrisini bir sorgulayın mesela, acaba nasıl her dakika ineklerin sütü oluyor diye. Peki, tavuklar kışın yumurtlar mı acaba?" Bunlar Defne Koryürek’in hayvancılık endüstrisi ile talep arasındaki ilişkinin ortaya çıkardığı alışkanlıklar hakkındaki sözleri.
Evet, inekler sadece yavruları olduklarında süt verir. Ancak süt endüstrisi ineklerin her yıl yavru sahibi olmasını sağlıyor ve süt üretiminin devamlılığını garanti altına alıyor. Buzağı annesinden ayrılıyor ve aslında buzağının içmesi gereken süt endüstriye gidiyor.
Kapalı alanlarda yapay ışıklandırma
Tavukların yumurtlama döngüleri ise gün ışığının az olduğu sonbahar ve kış aylarında durma noktasına geliyor. Tavukların kışın yumurtlamayı sürdürmesini isteyen gıda şirketleri, kapalı alanlarda yapay ışıklandırma kullanıyor.
Hayvan bazlı proteinlerden bitki bazlı proteinlere geçişin yani daha az tüketime yönelmenin karbon ayak izinde düşüş anlamına geleceğini hatırlatan Barış Karapınar, et, süt ve yumurtanın çok tüketildiği bir mutfak kültürüne sahip olan Türkiye’de talebin de yönetilmesi gerektiğini ekliyor.
Gerçek fotoğraf: Küresel emisyonların yüzde 26’sı gıda kaynaklı
Et ve hayvancılık endüstrilerinin yol açtığı sera gazı emisyonları Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Türkiye’de tarım emisyonları toplam emisyonların yüzde 11,88’ine denk geliyor. Climate Watch’a göre, küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 12,56’sı tarımdan kaynaklanıyor. Değerler çok yakın.
Fakat daha önce de değindiğimiz gibi, gıda emisyonları bununla sınırlı değil. 2018’de yayınlanan bir araştırma, tarım emisyonları hesaplanırken dışarıda tutulan karbon maliyetinin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Tarım emisyonlarının önemli kısmı hayvancılık kaynaklı metan salımları ile toprağın işlenmesinden ötürü ortaya çıkan azot salımlarından oluşuyor. Ancak tarımda harcanan mazot, ürünlerin soğuk zincirde kalması için tüketilen enerji, gıdanın tüketiciye ulaştırılmasındaki karbon maliyeti, ambalaj kaynaklı sera gazı emisyonları ya da gıda için yapılan ormansızlaştırma tarım emisyonları içine dahil edilmiyor.
Gıdadan kaynaklanan ancak tarım emisyonları hesaplanırken dışarıda tutulan kalemler de dahil edildiğinde fotoğraf değişiyor.
119 ülkedeki 38 bin 700 çiftliği, insan diyetinin yüzde 90’ını oluşturan 40 gıda grubunu inceleyen bilim insanları, gerçekte gıda kaynaklı emisyonların, toplam küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 26’sına denk düştüğünü söylüyor.
Aynı çalışma, dünya üzerindeki tarım alanlarının yüzde 83’ünün besicilik endüstrisi tarafından kullanıldığını söylüyor. Peki, tarım alanlarının yüzde 83’ünü kaplayan bu alanlarda üretilenler, gıda kalorisinin ne kadarlık kısmını oluşturuyor? Cevap oldukça iç karartıcı. Geniş topraklara yayılan bu faaliyetler üretilen toplam gıda kalorisinin sadece yüzde 18’ini, üretilen proteinlerinse yüzde 37’sini oluşturuyor.
Çalışmaya göre 100 gram protein başına sera gazı emisyonu maliyetleri sıralandığında, listenin başında yine sığır eti var. 100 gram proteini sığır etinden almanın maliyeti 105 kilo sera gazı salımına kadar çıkabiliyor. Aynı miktarda proteini bitkisel bir işlenmiş gıda olan tofudan sağlamanın karbon maliyetiyse yaklaşık üç buçuk kilo. Tüm gıda kalorilerinin yüzde 18’ini oluşturan, üstelik gıda kaynaklı sera gazı emisyonlarının yarısına sebebiyet veren besicilik endüstrisi biraz verimsiz gözükmüyor mu?
11 Aralık 2019’da yayınlanan bir bildiriye imza atan yüzden fazla bilim insanı, besicilik endüstrisi için bir an önce bir pik noktası belirlenip bu noktadan itibaren azaltım tedbirlerine başlanmasını gerektiğini savundu. İmzacı bilim insanlarının aktardıkları, besicilik endüstrisinin sera gazı etkilerini ortaya koyuyor.
1990’da 758 milyon ton olarak ölçülen toplam et, süt ve yumurta üretiminin 2017’de 1 milyar 247 milyon tona çıktığı belirtiliyor. Eğer bu endüstri için herhangi bir azaltım mekanizması devreye sokulmaz ve endüstri 2030’a dek aynı hızla büyümeye devam ederse, küresel sıcaklık artışını 1,5°C’de tutmak üzere 2030 yılında elimizde kalacak karbon bütçesinin yüzde 37 ile 49’u arasındaki bir kısmı sadece bu endüstri tarafından kullanılmış olacak.
Ambalaj maliyetini eklemek şart
İşin bir de çokça unutulan ambalaj kısmı var. Türkiye’de kentsel bölgelerde yaşayanlar, tahıl ürünleri, bakliyat ve meyve-sebze dışındaki gıdanın ciddi kısmını ambalajlanmış biçimde satın alıyor.
Gıda güvenliği, porsiyonlayarak satış ya da basitçe üzerine barkod basıp satabilmek gibi birçok sebepten ötürü, geleneksel olarak ambalajsız satılan tahıl ve bakliyat gibi gıdalardaki ambalaj kullanımı bile artıyor.
Ürünlerin konulduğu ambalajların çoğu, petrol bazlı malzemelerden üretiliyor. Gıda firmaları işlenmiş gıdayı, satın aldıkları ambalaja koyup bir kez daha işlemden geçiriyor ve hem ilk üretim hem de ikinci işlemler sırasında sera gazı emisyonları ortaya çıkıyor.
Ambalajın temel sebebi uzun mesafeler
Ambalaj uzmanı İlkay Kayserilioğlu, gıda ürünlerinin ambalajlanması ile üretildikleri yer ile tüketildikleri noktalar arasında kat ettikleri uzun mesafeler arasında bağ olduğu görüşünde: “Pek çok sebepten ürünler artık ambalajlanıyor. En önemli sebebi de çok uzun mesafeler yol kat etmeleri. Artık başka bir kıtadan gıdayı bir süpermarkete gidip satın alabiliyorum. Ambalajların çoğu plastikten yapılıyor ve bu plastiklerin neredeyse tümü fosil yakıt kaynaklı.”
Plastik döngüsünün her noktasında sera gazı açığa çıkıyor
Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, plastik döngüsünün her noktasında sera gazı açığa çıktığını söylüyor: “Ortada şöyle bir döngü var: Plastik üretilirken sera gazı ortaya çıkıyor, transfer edilirken sera gazı ortaya çıkıyor, bertaraf edilirken sera gazı ortaya çıkıyor. Yani iklim değişikliğiyle birebir ilişkili.”
Plastiğin üretimi için kullanılan petrolün çıkarılması ve nakliyesi, plastik imalatı, plastik atıklarının idaresi ile plastiğin okyanuslara, su kaynaklara ve karaya etkilerini bir araya getirerek bir hesap yapan CIEL, Sedat Gündoğdu’nun sözlerini doğruluyor. CIEL’e göre 2019 itibarıyla küresel plastik döngüsü, kömüre dayalı 500 megavatlık 189 termik santrale denk sera gazı emisyonuna yol açıyor. Endüstri böyle büyümeye devam ederse 2050’ye kadar bu miktar üç kattan fazla artacak.
CIEL’e göre 2019 itibarıyla 189 kömüre dayalı termik santrala eşdeğer sera gazı emisyonu yaratan plastik sektörü büyümeyi sürdürürse 2050’de plastikten kaynaklanan sera gazı emisyonlarının büyüklüğü 615 termik santrale eşit olacak
Geri dönüşüm inanıldığı kadar etkin değil
Gıda endüstrisi ambalajlardaki karbon ayak izini azaltmak için bozunabilir malzemelerin kullanımını artırmaya, geri kazanılabilir malzemelerin oranını yükseltmeye çalışıyor. Ancak bu çaba büyük ölçüde yerel idarelerin geri dönüşüm kapasiteleriyle sınırlı. Geri dönüşümün kendisinin de sera gazı salımına yol açan bir işlem olduğunu da unutmamak gerekiyor. “Ambalajların geri dönüştürülebilmesi için önce ayrıştırılabilmesi lazım ve o kadar karmaşık ve fazla çeşit ambalaj atığı var ki bunları ayrıştırmak çok ciddi bir iş. O yüzden de nitekim dünya genelinde plastiklerin sadece yüzde 10’unun geri dönüştürülebildiğini biliyoruz bu sürecin verimsizliğinden” diyen Sedat Gündoğdu, geri dönüşümün inanıldığı kadar etkin olmadığını anlatıyor.
Azaltım olmaksızın geri dönüşüme bel bağlamak yanlış
Üstelik kompozit materyaller kullanılınca, yani birkaç farklı katmandan ya da malzemeden oluşan ambalajlar söz konusu olduğunda geri dönüşümden elde edilebilecek fayda daha da azalıyor. İlkay Kayserilioğlu azaltım olmaksızın geri dönüşüme bel bağlamanın yanlış olduğunu söylüyor: Kompozit malzemeler var. Küçük, çok ufak, parçalanmış, zarar görmüş ya da kirlenmiş malzemeler var. Nemlenmiş bir kâğıdın ya da organik atık bulaşmış bir plastiğin geri dönüşümünden verim alınamıyor. Bu kadar kompleks bir sistemde geri dönüşüm ancak üretim ve kullanım miktarını azalttıktan sonra geri kalan atıklar için tercih ettiğimiz bir yol olmalı, çare asla olmamalı. Atık olmaksızın üretim ve tüketim döngülerini nasıl oluşturabileceğimize dikkat etmeliyiz.
1 milyon ton sera gazını pet şişeden su içerken ürettik
Ambalajlı Su Üreticileri Derneği’nin projeksiyonları, Türkiye’de 2019’da pet şişeler içinde yaklaşık 5,95 milyar litre su satılmış olabileceğini gösteriyor. Bu da Türkiye’de kişi başına yaklaşık 70 litre suyun pet şişelerde ambalajlanmış halde tüketildiğini gösteriyor. Bu suyun ortalama bir litrelik şişelerde tüketildiğini ve her bir şişenin yaklaşık 200 gram sera gazı emisyonuna mal olduğunu varsayarsak, yaklaşık 1 milyon tonluk sera gazı emisyonunun yalnızca pet şişede su tüketimine ayrıldığını, yani Türkiye’nin toplam emisyonlarının yaklaşık 500’de birinin buradan kaynaklandığı tahmininde bulunabiliriz.
Sihirli değneğimiz yok
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na göre, plastik poşetlerin ücretlendirilmesiyle, kullanım oranı 11 ayda yüzde 77,27 azaldı. Bakanlık uygulamanın 150 bin ton plastik tasarrufu sağladığını söylüyor.
Plastik kullanımının bu şekilde kısıtlanması hiç fena bir başlangıç değil ama tüketim alışkanlıklarını köklü biçimde değiştirmeden sihirli bir değnek beklemek mantıklı değil. Sedat Gündoğdu basitçe, “Ortada bir kirlilik var. Bu kirlilik bizim aşırı plastik üretim ve tüketimimizle alakalı” diyor. Yani plastik pek çok meta zincirinden dışlanmadıkça, üretim ve tüketim miktarları azalmadıkça, bakteriler tarafından parçalanabilir plastik ya da bozunur plastik gibi yenilikler bu sorunu çözmeyecek.
Matara ve termosa ne dersiniz?
Yani plastikleri hayatınızdan mümkün olduğunca uzak tutarsanız iyi edersiniz. Örneğin her gün içecekleriniz için tek kullanımlık plastik bardaklardan faydalanıyorsanız bu alışkanlığınızdan vazgeçerek başlayabilirsiniz. Özellikle sıcak ve soğuk içecekleriniz için kalıcı birer matara ve termos edinmek iyi bir ilk adım olabilir. Yemek siparişlerinden kaçınıp kendi öğünlerinizi hazırlamak, tek kullanımlık koruyucu plastik filmler yerine saklama kapları kullanmak ve ambalajlı gıdalardan uzaklaşmak başka yöntemler. Üstelik bunlar plastik ayak izi azaltmanın sadece gıdayla ilgili olan kısmı; daha yapılabilecek çok şey var.
Gıdada bireysel eylem ise belki biraz daha fazla çabaya gereksinim duyuyor. Olabildiğince az işlenmiş, yaşadığınız yere yakın mesafede küçük çiftçi tarafından üretilmiş gıdaları mevsiminde tüketmek, sera gazı emisyonu yüksek et ve süt ürünleri tüketiminden kaçınmak da fena kişisel eylemler değil.
Fakat tüm bu bireysel eylemlerin merkezi ve yerel idarelerin iklim değişikliği eylem planlarıyla beraber yürüyor olması gerekiyor. Dolayısıyla performans kriterleri denetlenebilir, somut iklim eylem planları oluşturmak ve hayata geçirmek konusunda yurttaşların idarelere yönelteceği talepler her zaman kişisel iklim eylemlerinin başında geliyor.