Soner Yalçın’ın kaleme aldığı Kara Kutu: Yüzleşme Vakti isimli kitapta Teyit’in izlediği metodoloji dahilinde ele alınabilecek onlarca farklı iddia var. Bu iddialardan bazıları aşı karşıtları tarafından fırsat olarak değerlendirildi denebilir. Teyit’in temel motivasyonu da, yaratılan dezenformasyonun halk sağlığını tehdit eder seviyeye ulaşmasıydı.
Üç yazıdan oluşan “Kara Kutu’nun yöntemi” başlıklı bu seride, kitaba teyitçi gözüyle yaklaşırken, metodolojik bazı ciddi sorunları da masaya yatıracağız.
Kitabın yazılma amacı ve izlenen yöntem
Her ne kadar Yalçın kitabın yazılma amacı için “tıbbın-sağlığın ekonomi politiğini yazacağım” (sf. 22) demişse de, yazdıklarını salt bir siyasal iktisat eleştirisi olarak değerlendirmek güç. Bu güçlüğü yaratan ise, yalnız siyasetin değil, tıbbın alanına giren konularda da bizzat kendi devreye girerek, kitabın ana tezini destekler nitelikteki çalışmaları bir süzgeçten geçirmeksizin rahatlıkla kullanabilmiş olması.
Bu kitabın en temel metodolojik sorununu yaratıyor. Yalçın, bir siyasi iktisat eleştirisinden aşıların sözümona etkisizliğine veya olumsuz etkilerine giden yolculuğu boyunca, kendi tezini desteklemeyen kaynakları rahatlıkla göz ardı edebiliyor ya da büyük bir komplonun parçası olarak yaftayabiliyor. Beri yandan kendi tezini destekler nitelikteki kaynakları bilimsel bir gözle süzmek için gerekli yetkinliğe de sahip değil.
Bu bir karalama veya itham olarak algılanmamalı
Her akademik çalışmanın bir literatür tarama kısmı bulunur. Çalışma bağlamında geliştirilen tezle bağlantılı olabilecek teoriler bu kısımda değerlendirilir. Araştırmacı burada önceki teorilerin ne ölçüde desteklendiğinden ya da açıklarından söz eder. Bilim “devlerin omuzları üzerinde” yükselir. Geçmiş araştırmalar bir adım öteye taşınır, geçmiş açıklamalar eleştiriye tabi tutulur. Bu yapılırken her araştırmacı uzmanı olduğu, ömrünü adadığı alanda kalır; sınırlarının farkındadır.
Elbette Kara Kutu, akademik bir çalışma olma iddiasını taşımıyor. Ancak bu durum Yalçın’a üzerinde araştırma yaptığı konuda kendi tezini desteklemeyen ve bilimsel anlamda oldukça kuvvetli çalışmaları bir çırpıda göz ardı etme imkanı da vermez. Yalçın’a atfedilen “araştırmacı gazeteci” kimliği, halk sağlığını tehlikeye atma riski taşıyan konularda, daha hassas davranmasını gerektirmeliydi. Ama bu maalesef olmadı.
Kısacası Yalçın, siyasal iktisadın alanından tıbba sıçrama cüretini gösterirken, uzmanı olmadığı bir konuda ilk baskısı 300 bin kopya olan bir kitap yayınladı. Bu durumun yarattığı metodolojik sorunlar gazetecilik etiğine dair de bir çok soruyu beraberinde getiriyordu.
“Orda bir kaynak var uzakta…”
Bir iddia Teyit’e ihbar olarak geldiğinde -iddia öncelik kriterlerimizi karşılayabiliyorsa- attığımız ilk adımlardan biri iddianın kaynağını tespit etmek oluyor. Kimi zaman iddia konusu gönderilerde kaynak belirtiliyor ve bu işimizi kolaylaştırıyor. Kaynağa ulaşıyoruz, kaynak iddiayı dile getirmiş mi diye bakıyoruz, dile getirmişse kaynağın güvenilir olup olmadığını ve alternatif açıklamaların sunulup sunulmadığını değerlendiriyoruz. İddianın doğruluğu veya yanlışlığına dair kanıtlarımız kuvvetliyse, analizimizi hazırlıyor, okuyucumuza sunuyoruz.
Kara Kutu’yu da aynı gözle okuduk ve dikkatimizi çeken en temel sorunlardan biri şuydu;, kitapta sistematik bir kaynak gösterme yöntemi bulunmuyor. Kitabın sonunda bir kaynakça olduğu doğru. Ancak bu kaynakça kitaptaki spesifik bir iddianın nerede ve ne zaman dile getirildiğini bulmaya yaramıyor; yani kendisinden beklenen ana işlevi yerine getirmiyor. Bu durumu serinin ikinci yazısında daha detaylı anlatmaya çalıştık.
Kitaptaki belli iddiaların kaynağını araştırmaya giriştiğimizde, kaynakça karmaşası nedeniyle kendimizi bir kara delikte bulabiliyoruz. En basit iddiada bile Yalçın’ın bilgiyi hangi kaynaktan edindiğini tespit etmemiz uzun zamanlar alabiliyor. Örneğin kitabın ilk bölümlerinde şöyle bir alıntı var: “1900'de 22 homeopatik üniversite vardı; 1923 yılında sadece ikisi kaldı. Tıp fakültelerinden mezun olan kadın hekim sayısı yüzde 33 oranında azaldı.” (sf. 50)
Bu istatistiği Yalçın arşivleri tarayarak kendi mi buldu? Öyle olsa bile arşivin ne arşivi olduğunun belirtilmesi gerekmez miydi? Yoksa Yalçın kitabın “kaynakça”sında yer alan kaynaklardan birine mi referans veriyordu? Bunun tekil bir örnek olmadığını da söyleyelim. Neredeyse her sayfada benzer kaynak gösterme(me) sorunlarına rastlıyoruz. Kitabın bazı yerlerinde dipnotlar var elbette ama onlar da bir kaynağa işaret etmek yerine yazarın yorumlarını veya vermek istediği ek bilgileri içeriyor.
Kitabın 89. sayfasındaki dipnotta Charles Bukowski’ye atıfla alıntılanan sözün, sahiden Bukowski’ye ait olup olmadığına dair hiçbir bulguya rastlayamadık.
Kitap okuyucunun kaynak denetimine izin vermiyor
Günün sonunda edindiğimiz izlenim, kitapta kullanılan veri ve istatistiklerin, bir şekilde “kaynakça”da belirtilenlerden birinden derlendiğiydi. Hangi iddianın hangi kaynaktan çıkarıldığını tespit etmek, samanlıkta iğne aramak gibiydi.
Dahası bazı örneklerde, bazı kaynakların isimlerine, kaynakçada kötü de olsa hiç yer verilmediğini gördük. “Kara Kutu’nun yöntemi” serisinin üçüncü yazısında bu duruma özellikle eğildik.
Şunu söylemek gerek; bu kitapta zaten bilimsel bir titizlik aramıyorduk. Bilimsel bir çalışmada her referans özenle sunulur, kaynaklar sayfası sayfasına belirtilir. “Araştırmacı gazetecilik” örneği olma iddiasındaki bir kitabın da, daha özenli olması ve okuyucusu tarafından “denetlenmeye” imkan vermesi gerekirdi. Kaynakları birer birer tespit edip kontrol etmek, biz teyitçiler için bile hayli zorluydu.
Kaynak göstermekle ilgili göze çarpan bir diğer nokta da, referans verildiği zamanlarda bahsedilen bazı kaynakların asıl kaynak olmayışıydı.
Örneğin kitapta National Library of Medicine’de yayımlanan bir rapordan söz ediliyor, “aşı olan bebeklerin aşı olmayan bebeklere oranla daha fazla hasta olup, bebek ölümlerine maruz kaldığı”ndan bahsediliyordu (sf. 279). Bu akılalmaz iddianın kaynağı olduğu belirtilen National Library of Medicine saygın bir kuruluştu elbette, ancak birçok farklı kaynaktan binlerce makaleyi aynı anda barındırıyordu. Platformda “vaccine” (aşı) kelimesini aradığımızda, Yalçın’ın referans verdiğine fikren yakın bir çalışma bile bulamadık. Ancak bulsaydık bile, bu raporun güvenilirliğini ispatlamazdı. İlgili raporu, aşıyla ilgili komplo teorileri yayan internet sitelerinde yaptığımız incelemelerde bulduk, ama birçok açığı bulunan o çalışmada bile Yalçın’ın ima ettiği nedensellik ilişkisi yoktu. İddia başlı başına yanlıştı. Yalçın’ın orijinal kaynağa gitmeden, ikincil bir kaynaktan edindiği bilgiyi Kara Kutu’nun sayfalarına taşıdığı ihtimalini düşündük. Araştırma ilerledikce fark ettik ki, iddianın aktarıldığı paragraf, internette kolaylıkla bulunabilen bir haber metninden yapılan olduğu gibi alınmış ağır bir intihalden ibaretti. İlgili paragraf hem yanlış bilgi içeriyordu, hem de çalınmıştı.
Yayıncının sorumluluğu
Meselenin bir diğer boyutu ise editöryal sorumluluk. Yukarıda değindiğimiz problemler kitabın yayıncısının veya editörlerinin gözünden kaçmış olabilir mi? Yazarın popülerliği, çok satanlar listesine gireceğine neredeyse kesin gözüyle bakılması ve ideolojik yanlılık bu sorunların göz ardı edilmesine sebep olmuş olabilir mi?
Gerçek büyük ihtimalle şu: Kitabın editöryal kontrolü yazım ve noktalamadan ibaret kaldı, içeriğin doğruluğu veya alıntılar denetlenmedi. Halk sağlığını tehdit etmesi oldukça muhtemel olan bir yayına karşı bu denli esnek davranılmış olmasından dolayı yayınevini sorumlu tutmak haksızlık mı olur? İnsanları aşı konusunda şüpheye düşürmeye gayret gösteren ve bebek ölümü istatistiklerini bile hatalı aktarmakta tereddüt etmeyen yayınlara kapı aralamakta mahzur görmeyen bir yayıncılık anlayışını nasıl ele almalıyız?
Bu soruların keskin bazı yanıtları olabilir. Ancak bunları değerlendirmesi gerekenler yayıncılar. “Kara Kutu’nun yöntemi” başlıklı serinin ikinci yazısında ise kitabın metodolojisi ve Yalçın’ın yararlandığı kaynaklarla ilgili bir başka konuya bakış atacağız.