İstanbul şehri, Bizans imparatoru Konstantin tarafından kurulduğunda, çözülmesi gereken sorunlardan biri de büyük bir nüfusun akmasının beklendiği kente su sağlayabilmekti. Konstantin amacına ulaştı, İstanbul kurulduğu günden bu yana, tarihin hemen her devrinde dünyanın nüfusça en büyük kentlerinden biri oldu. Yine kurulduğu günden bu yana da suyla başı beladaydı.
Bugün İstanbul’un dört bir yanında bulunan sarnıç, maksem ve su kemerlerinin inşasının temel nedeni buydu. Kentin nüfusunun olağandan hızlı arttığı zamanlarda peşinden su sorunu da baş gösterdi.
Bu son büyük nüfus artışlarından biri de 1970’li yılların ardından yaşandı. 1970 yılında yapılan nüfus sayımında 3 milyon olan kentin nüfusu, 1998 yılına gelindiğinde üç kat artarak 10 milyonu geride bırakmıştı bile. Bugün kentte 15 milyondan fazla insan yaşıyor. 5 bin 400 kilometrekarelik bir alana sıkışan bunca nüfus, binlerce tarım ve sanayi tesisinin su ihtiyacını karşılamak, yanı sıra İstanbul’un göl, nehir ve denizlerini temiz tutabilmek, atık su sorununu çözmek her zaman büyük bir dertti. Belki tam da bu nedenle geçmişte İstanbul’u yönetmeye aday olan her siyasi bu vaadi kullandı.
2011 yapımı “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir” adlı belgesel, İstanbul’un yakın tarihli hızlı kentleşme hikayesini anlatıyor.
Ancak yalnız bu da değil. İstanbul denince akla gelen iki büyük sorun daha vardı: Çöpler ve trafik. Bu sorunlar İstanbul, hatta bazen Türkiye siyasetinin hafızasında da siyasi zafiyet ya da aksinden başarının timsali haline geldi. “Kim ki İstanbul’un su, çöp ya da trafik sorununu çözebiliyor; o halde Türkiye’yi de yönetebilir” kabulünü sorgulamak güçleşmeye başladı.
Aynı hafızaya yakın zamanda da sık sık başvurulduğuna şahit oluyoruz. Elbette kenti uzun süre yöneten bir iktidardan hesap sorulması olağan; halihazırda yönetimde olanlardan da… Ancak İstanbul’un herhangi bir köşesinde biriken çöp yığını, bir semtte kesilen su, akmayan trafik, gelmeyen metrobüs ya da kirlenen deniz gibi görüntüler, epey uzun zamandır biriken, sorumlulukları kenti ve ülkeyi yöneten tüm geçmiş iktidarlar ile bizatihi yerlileri arasında paylaşılması gereken sorunların tezahürü olabilir mi? Bu geniş dosyada, bu üç alan özelinde İstanbul’un yapısal olarak nitelendirilebilecek sorunlarının geçmişi ve bugününe bakacak, olası çözüm önerilerini derlemeye çalışacağız. Dosyanın dört bölümden oluşan ilk kısmında suya odaklanıyoruz.
İstanbul’un suyla bitmeyen imtihanı
Kuşbakışı herhangi bir görüntü insanı rahatlıkla yanıltabilir: Çünkü görünürde İstanbul denizlerle çevrili, göller ve nehirlerle dolu bir coğrafyada kurulu. Ancak İstanbul’un su sorunu, aslında hayli eskiye dayanıyor. Burada iki temel sebep hemen dikkati çekiyor: Plansız kentleşme ile yoğun göç.
Bizans devrine ait Bozdoğan Kemeri, kente kuzeyden su taşımak için inşa edildi.
Kuruluş döneminde İstanbul’un su ihtiyacı, yeraltı kaynaklarından sağlanıyordu. Valens (Bozdoğan) Kemeri ve Mazul Kemeri gibi ilk önemli su tesisleri, Bizans zamanında yapıldı. 1453’te İstanbul'un fethedilmesiyle şehir nüfusu daha da arttı ve mevcut su tesisleri yetersiz hale geldi. Daha sonra birçok padişah ve devlet erkanı, su yollarına yeni kollar ilave etti. Misal Kırkçeşme Su Tesisleri, 1555’te Mimar Sinan tarafından inşa edildi.
Eski İstanbul’un Haliç kıyısının karşısında konumlu Beyoğlu’ndaki (eski adıyla Pera) su probleminin çözülmesine yönelik ilk adımlar ise, 1732'de yapılmış Taksim Suyu Tesisleri ile atıldı. 1800’lerde hızla gelişen ve nüfusu artan İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla Sultan Abdülaziz 1868 yılında Fransız şirket Dersaadet Anonim Su Şirketi’ne imtiyaz verdi. Terkos Şirketi böyle kuruldu. Ardından kaynak suları, küçük hatlarla çeşmelere verilmeye başlandı. Bunların en önemlisi de 1904'de II. Abdülhamit tarafından yaptırılan Hamidiye Suyu.
Ancak zamanla su şirketlerinin yetersiz kalmasıyla su sorununun şirketler aracılığıyla çözüme kavuşamayacağı anlaşıldı ve Terkos Şirketi 1932 yılında İstanbul Sular İdaresi’ne devredildi.
Gelelim yakın geçmişe... 1950’den beri köylerden şehirlere doğru çok yoğun ve hızlı bir göç hareketi var ve bu hazırlıksız kentlerde su sorununu da beraberinde getiriyor. Bunun en somut örneği ise 1970’lerde küçük illerden İstanbul’a yaşanan yoğun göç. 1960 ila 1980 yıllarında Türkiye’de kentli nüfusun oranı yüzde 26’dan yüzde 45’e çıkarken, kırsal nüfus yüzde 74’den yüzde 55’e düştü. Yoğun göç ve plansız kentleşme sebebiyle, İstanbul’da altyapı, yükü kaldıramamaya başladı. 1981’de su ve atıksu yönetimi için İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) kuruldu, idare 1984’te belediyeye devredildi.
İstanbul’un mevcut su barajları.
İstanbul’un su sorunu, 1990’lı yıllarda durmak bilmeyen göçle ayyuka çıkmıştı. Su kesintileri sıklaştı ve suyun kalitesi salgın hastalıklara neden olacak kadar düştü. Belediye Başkanı Nurettin Sözen, yağmur bombası olarak da bilinen suni yağış tekniği kullanmayı bile denedi. 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanı olarak seçilen Recep Tayyip Erdoğan, mevcut su sorununu çözmek için Istrancalar, Kazandere ve Pabuçdere Barajları’nı kurdurdu.
Ancak sorun çözülmedi. İstanbul’da 30 yılı aşkın zamandır musluktan su içmek unutuldu. İstanbul Üniversitesi Jeoloji Bölümü’nün 2008 yılında 437 kişi üzerinde yaptığı bir araştırma, kent nüfusunun yüzde 95,64’ünün içmek için damacana su kullandığını gösteriyordu. Aynı araştırmanın sonuçlarına göre İstanbullular İSKİ’ye aylık su faturası olarak ödedikleri paranın yüzde 79,32’si kadarını da damacana suya harcıyordu.
2000’ler: Aşırı betonlaşma altyapıya yükleniyor
Dere yataklarına kurulan plansız yerleşmeler de sorunu besliyordu. Çinçin deresi, Kadıköy’deki Kurbağalıdere, Ayamama deresi, Kağıthane deresi bunlardan bazılarıydı. Bu bölgelerdeki konutlar, kısıtlı su kaynaklarına zarar vermekle kalmadı, konutlarda yaşayanlar çeşitli zamanlarda sellerin kurbanı oldu. Buna çözüm olarak da dere yataklarındaki tüm yapıların yıkılarak ve derelerin özgün kesitinin korunması öneriliyor.
2000’li yıllara geldiğimizde, İstanbul yeni bir sorunla yüzleşmeye başladı. Daha önceki plansız yapılar, kentsel dönüşüm projeleri ile dev ticaret ve konut alanlarına dönmeye başladı. Aşırı betonlaşma, mevcut yoğun nüfus artışıyla birleşince, İstanbul’un altyapısal dertleri de arttı.
Büyükşehir belediyelerinin içme ve kullanma suyu kaynağı olarak kullandıkları yüzeysel su kaynaklarının korunması, 2560 İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun gereğince büyükşehir belediyeleri tarafından çıkarılan Havza Koruma Yönetmelikleri kapsamında yürütülüyor. Havzaların korunması için gereken tedbir ve düzenlemeler ise 2872 Çevre Kanunu çerçevesinde Çevre ve Orman Bakanlığı’nın uygun görüşü alınarak, yönetmelikle belirleniyor.
Peki İstanbul’un içme ve kullanma suyu sorunu şu anda ne durumda?
İçme suyu rezervleri: Sorun kaynakta
İstanbul 1980 askeri darbe sonrası dönemde atamayla iş başına gelen üç ayrı belediye başkanını dışarıda tutarak, seçime giren partiler üzerinden bir değerlendirme yaparsak, 1984 yılında Anavatan Partisi, 1989’da Sosyal Demokrat Halkçı Parti, 1994’te Refah Partisi, 1999’da Fazilet Partisi ve 2004 ila 2019 yıllarında AK Parti tarafından yönetildi. Cumhuriyet Halk Partisi ise 2019 Mart sonundan bu yana şehrin yönetiminde.
İstanbul’un su kaynaklarının ve denizinin kirliliği, Haziran ve Temmuz aylarının önemli gündem maddeleriydi. Riva Deresi, Küçükçekmece Gölü kirliliği, İstanbul’un içme suyu kaynaklarından Elmalı Barajı, Haliç öne çıkan konulardı.
İstanbul gibi dev bir havzanın sularının kirli olmasının temel sebebi, Marmara Denizi’nde yaygın olarak uygulanan Derin Deniz Deşarjları. 1954 yılından bu yana devam eden MAREM (Marmara Denizinde Değişen Oşinografik Şartların İzlenmesi) projesinin başında bulunan isim Hidrobiyolog Levent Artüz’e göre, 1983 yılından 2010 yılına kadar 25 metreden daha derin sular, pek çok deniz canlısı için yaşanamayacak duruma gelmişti bile. 1950’lerden itibaren sahil bölgelerinde başlayan yapılaşmayla birlikte, Marmara çevresinin dolmaya başlaması burada ana etken. 1965 ila 2010 yıllarında ise denizdeki oksijen miktarının durmaksızın azaldığı görülmüş. Artüz ayrıca 1983 yılının ölçümlerinin de denizdeki oksijen miktarını göstermesi açısından önemli bir mihenk noktası olduğu görüşünde. Bu tarihten sonra denizdeki oksijen miktarı sürekli azalıyor. Karadeniz ve Ege’yi birbirine bağlayan ve aynı zamanda tüm kara sınırları tek bir ülkenin içinde kalan Marmara, sanayi, evsel atık, deniz trafiğinin yoğunlaşması gibi nedenlerle adeta çöplüğe dönmüş.
2017 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TÜBİTAK ortaklığında hazırlanan “Denizlerde Bütünleşik İzleme Programı, Marmara Denizi Özeti” raporuna göre denizin kirlenmesindeki en büyük sorun, atıkların önarıtma sonrası “derin deniz deşarjı” yöntemiyle uzaklaştırılarak, yine Marmara’nın derinlerine verilmesi. Bu yöntemde denizin belirli bölgesinde bulunan kirlilik, açık denize büyük borular aracılığıyla taşınıyor. İstanbul’da 2018 itibariyle 16 kentsel atıksu arıtma tesisi var, bunların 13’ü deniz deşarjı yapıyor. (Sf. 132-133) Bir örnekle anlatmamız gerekirse, etrafındaki sanayi tesisleri nedeniyle gün geçtikçe kirlenen Ergene Nehri’nin kirliliğinin, Marmara’ya gönderilerek seyreltilmesi planlanıyor.
Rapora dönersek, bölgenin kuzeyi nüfus ve sanayi tesisi baskısı altındayken, güneyinde yaygın kaynak etkisi, yani kirli nehir, dere gibi atıkların denize karışması, tarım, orman alanlarından gelenler ya da atmosfere karışan kirleticiler, yerleşim alanlarından gelen kontrolsüz yağış suları gibi unsurların baskısı altında. (Sf. 63) Artüz tarafından “pisliğin halı altına süpürülmesi” olarak adlandırılan derin deniz deşarjı yöntemi ise, eski İBB Başkanı Bedrettin Dalan döneminde Haliç’teki kirliliğin Marmara’ya borularla taşınmasıyla başlamıştı.
Yani Bizans devrinde kurulan İstanbul, plansız kentleşme ve yoğun sanayileşme, göç gibi sebepler nedeniyle epey uzun zamandır yüzleşiyor. Kentin su kaynakları ve bu kaynakların kirlenme sebeplerini dosyanın II. bölümünde inceleyeceğiz.