İstanbul Sözleşmesi hakkındaki efsaneler ve gerçekler

Kadına yönelik şiddetin engellenmesini amaçlayan İstanbul Sözleşmesi'ne karşı ortaya atılan iddiaları inceledik.


13/05/2020 16:58 9 dk okuma

Bu içerik 3 yıldan daha eski tarihlidir.

İstanbul Sözleşmesi, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın LGBTİ+ bireyleri hedef alan açıklamaları ve sonrasında gelen tepkiler üzerine tekrar gündemde. Sözleşme hakkındaki eleştiri ve iddialar, Mayıs 2020’de Macaristan Parlamentosu’nun sözleşmeyi onaylamama kararı alması sonrası iyice yükseldi. 

Sözleşmeye ilişkin gerçekler, sözleşme karşıtlarının her fırsatta ortaya bir yenisini attığı iddialar nedeniyle bulanıklaşmaya başladı. Geçtiğimiz günlerde Sabah, Yeni Akit ve Milli Gazete gibi gazetelerin manşetlerinde yer verdiği İstanbul Sözleşmesi karşıtı iddialara göre, sözleşmenin ‘gizli amacı’, ‘gerçek yüzü’ herkesten saklanıyor, Türkiye’nin sözleşmeyi imza ve kabul süreciyle ilgili şaibeler var ve sözleşme Türk aile yapısını tehdit ediyor.

milligazete ist soz min

11 Mayıs 2020, Milli Gazete

yeni akit tv 1

11 Mayıs 2020, Akit TV

İstanbul Sözleşmesi nedir?

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’nin resmi adı, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan, hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliğinde. 1 Ağustos 2014 itibariyle yürürlüğe giren sözleşme bugüne kadar 34 ülkece imzalandı ve onaylandı. Sözleşmeyi imzalamasına karşın henüz onaylamamış ülkelerin sayısı 12, Avrupa Konseyi üyesi olup sözleşmeye imza atmayan ülkeler ise Rusya ile Azerbaycan.

İstanbul Sözleşmesi “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını yapan ilk uluslararası sözleşme olma özelliği de taşıyor. Toplumun, kişilere, cinsiyete dayalı olarak biçtiği rollerin varlığına ve bu kapsamda kadınlara yönelik uygulanan şiddete dikkat çekiyor. Kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olduğunun altını çiziyor. 

Sözleşme İstanbul’da imzaya açıldığından bu adla anılıyor. Türkiye, aynı zamanda sözleşmeyi imzalayan ve onaylayan ilk ülke. Sözleşmeyi, herhangi bir maddeye çekince koymaksızın, imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaladı ve 14 Mart 2012’de de onayladı. 

Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasında etkin rol oynadı

Sözleşmeye karşı çıkan içeriklerin ortak bir iması var: İstanbul Sözleşmesi, “dış güçler” eliyle, Türkiye’nin aile yapısının altını oymak amacıyla dışarıdan dayatıldı. Sözleşmenin imzalanma sürecinin şaibeli olduğu, imza ve onay sürecinin yeterince iyi yönetilmediği gibi yan argümanlar da bu imayı desteklemek için kullanılıyor. Ancak o dönemde Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki konumunu, sözleşme görüşmelerini, sonrasında hükümetten gelen açıklamaları ve sözleşmenin TBMM’deki onay görüşmelerini incelediğimizde, sürecin bilinçli ve açık bir şekilde yürütüldüğü ortada.

Sözleşmenin imzalandığı dönemde Avrupa Konseyi’nde Türkiye’den iki isim vardı. Kasım 2010 - Mayıs 2011 döneminde Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı’nı Ahmet Davutoğlu üstlenirken, 2010-2012 dönemi için Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı’na ise dönemin AK Parti milletvekili Mevlüt Çavuşoğlu seçildi

Türkiye’nin süreçteki etkin rolünün sebeplerinden birinin de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen, 2009 yılında karara bağlanan, Opuz - Türkiye kararı olduğu biliniyor. Bu kararla birlikte ilk defa bir ülke mahkeme önünde aile içi şiddetle ilgili bir davada mahkum olmuştu. Mahkeme, Türkiye'nin şiddet gören bir kadına, savcılığa başvurduğu halde, onu kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığına hükmetmişti. Kararda aile içi şiddet, mahkeme tarihinde ilk defa, “kadına karşı bir tür ayrımcılık olarak” değerlendirilmiş ve konuya ilişkin düzenlenmesi planlanan sözleşmenin sinyalleri verilmişti.

Sözleşme karşıtı iddialar İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’ye dayatıldığı ve yetkililerin eksik bilgilendirildiği yönünde. Ancak o dönem hükümetle İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin olarak ortak çalışmalar yürüten kadın hakları savunucuları iddianın gerçeği yansıtmadığını ve Türkiye’nin sözleşmenin hazırlanmasında büyük emek verdiğini söylüyor. KADER eski başkanı ve Sosyal Dayanışma Ağı'ndan Çiğdem Aydın, kadınların kazanılmış haklarından vazgeçmeyeceklerini belirtmiş: “Kadın örgütleri çok büyük emek verdik. Bize ait bir şey olduğu için adı İstanbul Sözleşmesi. Bunu BM’den ya da AB’den almadık. Bizzat Türkiye kendi verileri ile ve kadın örgütlerinin alandan gelen bilgileri ile hazırlandı.Dışarıdan gelen bir sözleşme değil. Asla ve kata vazgeçilmesi düşünülemez. Bundan geri dönemeyiz.”

Sözleşme TBMM’de oybirliğiyle kabul edildi

Gelelim imza ve onay sürecine. İstanbul Sözleşmesi’ni Türkiye adına dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu imzaladı. Sözleşmeyi “şahsi mesele” olarak sahiplendiğini, ‘dostlar alışverişte görsün’ mantığıyla hareket etmediğini, süreci şahsen takip ettiğini ve önem verdiğini de aktarmış. Dönemin Meclis Başkanı Cemil Çiçek “Şahsi kanaatim, sözleşmenin bir an evvel Genel Kurul’dan geçmesi. Bu nedenle Sayın Şahin’i de arayıp ‘bana düşen ne varsa sonuna kadar destek veririm’ dedim. Hükümet, sivil toplum, muhalefet, hep birlikte çalışalım ve bu işin yasal düzenlemesini yapalım” diyerek sürecin çekişmesiz ilerlediğini ortaya koymuş. Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de Çiçek ile konuştuklarını, parlamento desteği olduğunu, sivil toplum örgütleriyle konuştuklarını, sözleşmenin onayıyla kadının korunma sorununun çözüleceğini düşündüğünübelirtmiş.

Bakanlar Kurulu tarafından 18 Ekim 2011 tarihinde TBMM’ye sevki kararlaştırılan sözleşme, 11 Kasım 2011 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla TBMM’ye sevk edildi, 24 Kasım 2011 tarihinde de TBMM’de görüşülerek AK Parti, CHP, MHP ve BDP’nin oybirliğiyle onaylandı. Meclis görüşmelerinin kayıtlarında, tüm partilerin kadına yönelik şiddetin artmasına ve mevcut düzenlemelerin yetersizliğine vurgu yaptığı görülüyor. Görüşmeler sırasında AK Parti adına konuşan milletvekili Nurettin Canikli, Türkiye’nin sözleşmenin hazırlanmasına ve sonuçlandırılmasına öncülük ettiğini ve bu başarıdan onur duyduğunu belirtiyor.

10 Şubat 2012 tarihinde Bakanlar Kurulu’nca imzalanan sözleşme, 8 Mart 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı, 1 Ağustos 2014 tarihinde de yürürlüğe girdi.

Sözleşmenin amacı aileyi yıpratmak değil 

Sözleşmeye muhalefet edenlerin bir diğer iddiası ise, sözleşmenin Türk aile yapısını tehdit ettiği, toplumsal değerleri hiçe saydığı söyleniyor. Ülke çapında evliliklerin azalışı ve boşanmaların artışının sebebi olarak da sözleşme gösteriliyor.

TÜİK'in, sözleşmeninin yürürlüğe konduğu 2014 yılını ve devamını da kapsayan, 2001-2019 döneminde açıkladığı evlenme ve boşanma sayılarına ve oranlarına baktığımızda, sözleşmeden bağımsız, belirli bir örüntü olduğu görülüyor. Oranlarının değişiminde rol oynayan sosyal, ekonomik ve politik birçok gelişme var. Evlilik yaşının ilerlemesi, aile başına çocuk sayısının düşmesi, boşanma oranlarının artması gibi değişikliklere, belli bir sözleşme değil, ülkedeki toplumsal, ekonomik ve sosyal değişim nedenoluyor. Şöyle de söylenebilir: Bu grafikler, sözleşme olmasaydı da benzer olacaktı. 

33708_img_1_65_26.02.20201542223844

Kaynak: TÜİK

Sözleşme, şiddeti önleme konusundaki girişimleri olabildiğince kapsayıcı tutmak, önlemlerden ve koruma mekanizmalarından, evli olan veya olmayan, şiddet gören her kadının yararlanabilmesi için, ev içinde veya kamusal alanda, kadına yönelik uygulanan fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik her türlü şiddeti bu sözleşme kapsamında tutuyor. Bunun dışında, sözleşmede ‘aile’nin bir tanımı yapılmadığı gibi, belli bir aile formu veya ortamını teşvik eden bir düzenleme de bulunmuyor.

Kadına şiddet vakalarının artmaya devam ettiği doğru, bunun sebepleri farklı bir tartışma konusu, fakat Türkiye’deki kadın hakları mücadelesinin ve İstanbul Sözleşmesi gibi bağlayıcı metinlerin de varlığıyla kadınlara uygulanan şiddetin her geçen yıl daha görünür olduğu ve konu etrafında güçlü bir kamuoyu oluştuğu görülebiliyor.

Sözleşmenin taraf ülkelerde uygulanmasını izleyen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu (GREVIO), Türkiye raporunu 15 Ekim 2018’de yayınlandı. Raporda Türkiye’nin sözleşmeyle uyum sağlamak için kanuni düzenlemeler yapması takdirle karşılansa da, mağdurların korunması çabalarının yetersiz olduğu belirtildi. Türkiye’de kadına yönelik şiddete ilişkin resmi verilerin bulunmamasına ayrıca dikkat çekti. 

Hacettepe Üniversitesi'nin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın desteği ile 2014 yılında yaptığı araştırmaya göre, Türkiye'de evlenmiş kadınların yüzde 36'sı yaşamlarının herhangi bir döneminde eşleri veya birlikte oldukları erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kalıyor. Cinsel şiddetin oranı ise yüzde 12. Araştırmaya göre, kadınlara yönelik en yaygın şiddet biçimi olan duygusal şiddete maruz kalan kadınların oranı yüzde 44. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2019 raporuna göre, geçtiğimiz yıl erkekler tarafından öldürülen 474 kadından 292’si evinde öldürülürken; 218’i eşleri, eski eşleri veya birlikte oldukları erkekler tarafından öldürüldü. Bianet’in basına yansıyan haberlerden derlediği, Erkek Şiddeti 2019 raporuna göre 630 kadından 427’si eş, eski eş veya birlikte oldukları erkeklerin şiddetine uğradı.

İddialar ayrımcılık ve nefret söylemine yol açıyor

İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılmasına neden olan, Diyanet İşleri Başkanı’nın, LGBTİ+ bireyleri ayrımcı ifadelerle hedef göstermesi sonrası gördüğü tepkilerdi. İstanbul Sözleşmesi karşıtları ise sözleşmenin ‘eşcinselliği koruduğunu’ ve bunun toplumsal ahlakı olumsuz etkilediğini iddia etti.

Sözleşme taraf devletlere sözleşmedeki hükümleri hiçbir temelde ayrımcılık yapılmaksızın uygulama görevi veriyor, buna mağdurun haklarının cinsel yönelim farkı gözetilmeksizin korunması da dahil. Sözleşmeye yönelik eleştiride bulunanlar, sözleşmedeki cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet gibi kavramları toplumsal yapıya ve geleneklere bir ‘tehdit’ olarak nitelendirirken, iddiaları dile getiriş biçimleri ise sıklıkla nefret söylemleri ve ayrımcı bir dille sonuçlanıyor. Medyada yer bulan bu tarz söylemler toplumsal cinsiyet temelli şiddet vakalarının artmasında rol oynuyor. Nitekim, araştırmalara göre Türkiye, 2008-2018 arasında kayda geçen 51 vaka ile, Avrupa’da en fazla trans cinayetinin yaşandığı ülke. 

Sözleşmeye ilişkin birçok farklı ülkede ülkemizdekilerle paralellik gösteren iddialar ortaya atıldı. Bulgaristan’daki tartışmaların yükseldiği 2018 yılında Avrupa Konseyi sözleşmeye ilişkin oluşan bilgi kirliliğini engellemek adına bir açıklama ve soru cevap metni yayınladı.

Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet, çoğumuzun farklı boyutlarda maruz kaldığı veya şahit olduğu, herkesin bilinçlenmesi gereken temel bir konu. Böylesine önemli bir konuyu birçok farklı boyutuyla ele alan, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamayı amaçlayan, uluslararası bir sözleşmeye ilişkin fikirlerimizi belirlemeden önce çarpıtılmamış ve bağlamından koparılmamış bilgilere ulaşmamız oldukça önemli.