Haliç’in altındaki kayıp Bizans hazinesi

Şehir Efsaneleri mini belgesel serisinin ikinci bölümünde kayıp Bizans hazinesinin peşine düşüyoruz.


10/04/2019 07:56 12 dk okuma

Bu içerik 4 yıldan daha eski tarihlidir.

Şehir Efsaneleri serimizin ikinci bölümünde; spekülasyonlarla ortaya çıkan, 15. yüzyıldan günümüze son Bizans imparatoru XI. Konstantin, eski İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Japonlar ve 50 ton altının birbiriyle harmanlanarak hikayeleştirildiği, Haliç’in derinliklerinde gizli olduğu söylenen hazineye değiniyoruz.

Ancak bu şehir efsanesini anlayabilmek için öncelikle İstanbul’u ve Haliç’i tanımak gerekiyor. Araştırmamızı, çok geniş bir spektrumda, geçmişten günümüze, çeşitli temel tarihi metinler ve arkeolojik bulgular üzerinden yaptık ve birçok kaynaktan faydalandık.

İstanbul’un altında üç büyük imparatorluk yatıyor

Haliç efsanesini özel kılan, farklı çağlardan, farklı spekülasyonları bir araya toplamasında gizli. Yani, olaylar 15. yüzyılda İstanbul’un fethiyle başlıyor, 20. yüzyılın son çeyreğinde Bedrettin Dalan ve Haliç’in temizlenmesi üzerine kurgulanarak şekilleniyor. Aslında biraz da İstanbul gibi, tarihi üzerinde yükseliyor. İstanbul üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir olarak, farklı uygarlıkların sanatını, mimarisini yer altına gömerek şehirleşmiş. Örneğin, Roma İmparatorluğu’nun Hipodrom’u, atlı yarışların yapıldığı pist alanı, günümüzün Sultanahmet Meydanı’nın hemen altında yer alıyor. Bu gibi örnekleri, Roma İmparatorluğu’ndan günümüze kalan eserlerden ve kalıntılardan takip ediyoruz.

Günümüz Sultanahmet Meydanı’nın Hipodrom seviyesinden 4.5 metre yükseldiği göz önünde bulundurulursa, İstanbul’un tarihi hakkında çok da bir bilgiye sahip olunmadığı söylenebilir. Bunun bir örneği de Marmaray kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkan antik limanda görülebiliyor. Theodosius Limanı, akademik çevreler tarafından son dönemin en büyük tarihi keşiflerinden biri olarak görülüyor. 36 batık Bizans gemisinin bulunduğu kazıda, dönemin gemi inşa teknikleri ve ticari faaliyetlerine dair birçok ipucu bulunmuş. Aynı zamanda, dünyanın en büyük batık gemi koleksiyonu olma özelliği taşıyan eserler, İstanbul’un bilinen tarihini 8 bin yıl öncesine götürüyor. Diğer bir deyişle, İstanbul’un altında keşfedilmeyi bekleyen bir tarih yatıyor.

Mitolojide Haliç ve Boynuz Hikayesi

Haliç’i “Boynuz” yapan efsaneyse, Antik Yunan mitolojisine dayanıyor. Hikayeye göre, Zeus, bekareti Argos tarafından korunan Io’yla beraber olur. Zeus’un karısı Hera bunu duyar. Zeus Hera’nın, Io’ya zarar vermemesi ve bulamaması için, Io’yu beyaz bir ineğe çevirir. Ancak, bu olaydan haberdar olan Hera, Io’nun başına bir at sineği salar. Io, at sineğinin gazabından kurtulmak için debelenerek kaçmaktadır. En sonunda, Anadolu yakasından Haliç’e atlar. Io Haliç’te, Semestra Sunağı’nın yakınında (Kağıthane ve Alibeyköy derelerinin Haliç’e döküldüğü yer civarında), Zeus’tan olma “Keroessa”’yı doğurur. “Keroessa” da Bizans İmparatorluğu’na ismini veren Megara kralı, “Byzas”’ın annesidir. “Keroessa”’nın gündelik dilde evrildiği hali olan “Keras”, “Boynuz” anlamına geliyor. Boğaz’ın Bosphorus isminin de Io’nun hikayesinden ilham aldığı düşünülüyor. Bosphorus kökü BOSPHOROS; βοῦς, boğa, öküz (ox); πόρος, geçit (passing a river, ferry) anlamına geliyor.

Son dönem Bizans ekonomisi ve altın meselesi

Boynuz’un önüne gelen “Altın” için iki farklı iddia ortaya atılmış. Birincisi, gün içerisinde güneş ışınlarının Haliç’in suyundan yansımasıyla oluşan görsel şölene; ikincisi ise, Haliç’in altında bulunmayı beklediği söylenen ve videomuza konu olan kayıp hazineye dayandırılıyor. Altın ismine dair spekülasyonlar bulunduğu gibi, var olduğu iddia edilen hazinenin yeri hakkında da farklı iddialar bulunuyor. Orijinal efsaneye göre, Haliç’in derinliklerinde kaybolan bir hazineden bahsedilirken, Haliç’in semtlerinin altında gizli bir hazine olduğuna dair iddialar da bulunuyor. Benzer şekilde, altınların kaynağı hakkında da farklı tarihi anlatılar bulunuyor. Bazıları, hazinenin altın yüklü bir geminin batırılmasıyla Haliç’in dibine gömüldüğünü iddia ediyor; bazılarıysa, İstanbul’un fethi sırasında Haliç civarındaki ahalinin altınlarını denize attığına inanıyor. Bu tip farklı iddialar, tarihi olaylar hakkında projeksiyonlar sunması bakımından, neden ve sonuçları farklılaştırıyor. Örneğin, Haliç ahalisinin altınlarını denize dökmesi, halkın zenginliğine işaret ederken, geminin batırıldığı yönündeki iddia, büyük bir hazineye işaret ediyor. Dolayısıyla, iki farklı iddiaya farklı cevaplar arıyoruz. Ancak her durumda, konu bizi Bizans’ın son dönemdeki altın varlığına ve ekonomisine yönlendiriyor. Bu konuda, görüştüğümüz tarihçiler, Bizans’ın son dönem ekonomisi bağlamında kayıp Bizans hazinesi hakkında konuşmaya, arkeolojik bulgularının olmaması ve anlatılardan türeyen bir hikaye olması (bilimsel olmaması) gerekçesiyle çok sıcak yaklaşmadı. Yine de bizi erişebileceğimiz ve araştırmamızı derinleştirebileceğimiz somut kaynaklara yönlendirdi: Osmanlı perspektifi için, Tursun Bey’in Tarih-i Ebü’l-Feth; Bizans perspektifi için, Dukas Kroniği. Bu kaynakların yanında, konu üzerine metinleri bulunan, 15. ve 16. yüzyıl tarihçilerinden, Chalkokondyles (Halkokondilis), Nicolo Barbaro, Kardinal Isidore, Sphrantzes (Francis), Oruç Beğ, Kritovulos isimli tarih anlatıcılarının eserlerinin Türkçe ve İngilizce çevirilerine temel tarih metinleri olarak başvurduk.

Ancak bütün kaynaklarda, birbirinden farklı bilgiler yer alıyor. Örneğin, Dukas Kroniği’nde, Galata civarında yaşayan Cenevizliler için: “Birçokları da acelelerinden servetlerini denizin dibine atıyorlar ve bu suretle daha büyük zararlara düçar oluyorlardı” bilgisi yer alıyor. Dukas’ın altını çizdiği bu nokta, bölge halkı olarak Cenevizlilerin mali durumlarının denize altın dökecek kadar iyi olduğunun vurgusunu barındırıyor. Ancak sahilin diğer yakasında, John Julius Norwich’in, Ruy Gonzalez Clavijo’dan (1403) aktardığına göre: “Büyüklüğü ve devasa surlarına rağmen, şehirde çok az kişi yaşıyor. Şehrin orta yerinde bir takım tepelikler ve vadiler içinde tahıl tarlaları, üzüm bağları ve meyve bahçeleri var. Bu ekili alanlar içinde evler köy gibi kümelenmiş durumda. Ve bu şehrin orta yerinde oluyor.” Ya da, Halil İnalcık’ın Fatih Sultan Mehmed Tarafından İstanbul’un Yeniden İnşası makalesinde aktarıldığı üzere, “1454’te Patrik yapılan Scholarios, İstanbul’u o zaman; ‘büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir’ olarak tasvir eder.” Ya da, Kastilyalı gezgin Pero Tayfur’un belirttiği üzere:

“İmparatorun sarayı bir zamanlar muhteşem bir yapı olmalıydı. Ancak şimdi öyle bir halde ki, adeta hem yapının hem de şehrin neler çektiğine tanıklık eder gibi… İmparator, imparatoriçe ve yakınlarının yaşadığı daireler dışında, binanın içi de çok bakımsız. İmparatorun durumu gayet iyi, zira bütün kutlamalar yapılmaya devam ediliyor. Ancak aslında koltuğu olmayan piskopos gibi.

Şehirde çok az oturan var. Bölgelere ayrılmış ve nüfus yoğunluğu en fazla sahil kesiminde. Şehir sakinlerinin üzerindeki kaba ve yırtık pırtık şeyler, yaşadıkları zorlukların delili. Ancak bundan beterini de hakediyorlar. Çünkü bunlar gırtlağına kadar günaha batmış, ahlaksız insanlar.”

Orta Çağ tarihi metinlerinin spekülatif niteliği

Bu bilgiler ışığında, Bizans halkının fakir olduğu söylenebilir olsa da, son imparator XI. Konstantin’in hazinesinin ne kadar olduğunu açıklayan tarihi bir metin bulunmuyor. Bu konuda da tarih anlatılarından sadece tahmin yürütmek mümkün ki bu konuda da tarihi metinlerin çelişkileri bulunuyor. Rumeli Hisarı inşası sırasında Bizans’ın II. Mehmet’e elçi gönderdiğinden birçok kaynak bahsediyor. Fakat kaynaklarda belirtilen elçi sayılarında ve II. Mehmet’in verdiği cevaplarda, farklı ifadelere yer verilmiş. John Julius Norwich’e göre, Bizans II. Mehmet’e 3 kere elçi yollamış ve en son giden elçiler kazığa oturtulmuş. Dönemin tanığı olarak yazan Kritovulos’a göre, Bizans elçileri II. Mehmet’i bir kere ziyaret ediyor ve II. Mehmet yapıcı bir konuşmayla elçileri geri gönderiyor.

Bunun yanında, eski metinlerin güvenilirliği, yazarları açısından da tartışmalı olabilir. XI. Konstantin’in yakın bir arkadaşı ve Bizanslı bir mahkeme görevlisi olan George Sphrantzes’in yazdığı Chronicon Minus adında bir güncesi bulunuyor, güncenin genişletilmiş hali olarak Chronicon Maius isimli bir eser de yazılmış. Günce kısa notlardan oluşurken, Chronicon Maius, Bizans’ın son dönemi ve fetih hakkında kapsamlı bilgilere yer veriyor ve fethi birebir gözlemlemiş birinin eseri olduğuna inanıldığı gerekçesiyle, uzun yıllar kaynak olarak kullanılmış. Ancak günümüze gelindiğinde, Chronicon Maius’u Sphrantzes’in taklitçisinin (pseudo-Sphrantzes) yazdığı iddia ediliyor. Bu konuda araştırma yapan Bizans tarihçisi Marios Philippides, iki eserde kullanılan dilin farklılıklarına değinerek, eserin İstanbul’un fethinden 100 yıl sonra yazılmış olabileceğini vurguluyor ki, bu da aslında Orta Çağ metinlerinin yanıltıcı olabilme ihtimalini gösteriyor.

Bu spekülasyonların arasında, çizgisel tarih anlatısının sorgulanması ve birbirleriyle teyitlenen kaynakların arkeolojik bulgularla da desteklenmesi gerektiği kanısı oluşuyor. Efsaneyle ilgili ulaştığımız, Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü hocası Haldun Hürel’in özetlediği üzere: “Rahmetli üstad Halil İnalcık’la aynı görüşteyim; ‘Osmanlı tarihi yeniden yazılmalıdır.’” Dolayısıyla, Haliç’in altında kayıp bir hazinenin var olduğuna dair, tarih anlatıcılarının eserlerinde yeterli bilgi bulunmadığı gibi, Orta Çağ Bizans ve Osmanlı tarihi metinlerinin de yanıltıcı olabilme özelliği bulunuyor.

Bedrettin Dalan ve Japonlar

Bütün bunların haricinde, efsanenin yakın tarihe eklemlenmesi, bir Japon şirketinin Haliç’in temizliğinde rol alması iddiasıyla gerçekleşiyor. İddiaya göre, Haliç’i temizlemek için harekete geçen Bedrettin Dalan, temizlik için Japon bir şirketle anlaşma masasına oturmuş. Japon şirket, denizden çıkacakları almak kaidesiyle temizliği yapmayı kabul etmiş. Bu konuda görüştüğümüz Bedrettin Dalan, herhangi bir yabancı şirketten hizmet almadan, belediyenin kaynaklarıyla temizliğin yapıldığını belirtti. Görüştüğü herhangi bir Japon şirketin var olmadığını ve efsanenin doğmuş olmasına bir neden olduğunu düşünmediğini söyleyen Dalan, Haliç’i kendisinin temizlediğinin altını çizdi. Bunun yanında, Dalan’ın Japon bir şirketle görüştüğüne dair bir kanıt da bulunmuyor. Peki, Haliç nasıl kirlendi?

Haliç’in kirliliği

Osmanlı’da hakkında şiirler yazılan, Sadabad olarak da adlandırılan Haliç, bir zamanlar İstanbul’un sosyalleşme alanıydı. Haliç’in kirliliği, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin modernleşme ihtiyacıyla başladı. İstanbul’un sanayi merkezi olarak kullanılan Haliç, fabrikaların atıklarını denize bırakmasıyla günden güne kirlendi. 1950’lerden sonra ise, kokusuyla ve görüntüsüyle yanına yaklaşılmaz bir hal aldı.

Kirliliğe neden olan diğer faktör ise, Haliç’e Kağıthane ve Alibeyköy derelerinden taşınmakta olan alüvyonun olduğu biliniyor. Hatta, Osmanlı döneminde de Haliç’e Alibeyköy ve Kağıthane derelerinden, erozyon ve derelerin taşıdığı, organik muhtevası yüksek toprak aktığı biliniyordu. Fatih Sultan Mehmet Haliç’te ve Haliç’e akan akarsu havzalarında iskan ve tarımı yasaklamıştı ve Haliç yüzeyini temizlemesi için bir ekip bile tayin etmişti.

Haliç’in su yüzeyi 2 milyon 632 bin metrekare. Her yıl 260-263 metreküp çamur, Alibeyköy ve Kağıthane derelerinden akıyor. Yani, Haliç tabanı her yıl ortalama olarak 10 santimetre çamurla yükseliyor. Çamur tabakasının alt katmanları ise bölgeden bölgeye farklılıklar gösteriyor.

Ekran Resmi 2019 03 20 15.10.38 

Ekran Resmi 2019 03 20 15.15.02

İstanbul Boğazı Güneyi ve Haliç’in Jeolojik Yapısı ve Geoteknik Özellikleri – M. Yıldırım, K. Özaydın ve A. Erguvanlı Makalesi – 1992

Dolayısıyla, efsanede iddia edildiği gibi Haliç’te altın dolu bir gemi battıysa bile, geminin ve hazinenin üstü, 1990’lara kadar 6 yüzyıllık bir çamur tabakasıyla kaplanmış vaziyetteydi. 1994’te, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, Haliç çamur tarama çalışmalarının başlamasıyla, Alibeyköy ve Kağıthane derelerinin, yüzyıllardır Haliç’e taşıdığı çamur ve alüvyon temizlenmeye başlandı ve toplamda 5 milyon metreküp yüzey çamuru Alibeyköy’de eski bir taş ocağına aktarılarak, ağaçlandırma çalışması yapıldı. Haliç’in temizliği sırasında, İSKİ Genel Müdürü olan Veysel Eroğlu esprili bir şekilde konuya; “Bize gökten para yağmıyor. Haliç’te Bizans hazinesi falan bulmuş değiliz.“ diyerek değinmiş.

Haliç’ten 50 ton altın çıkmadı

Buna rağmen, şehir efsanesinden beslenerek, yakın bir tarihte ortaya çıkan bir iddia da bulunuyor. İddiaya göre, 2014 yılında Haliç’teki bir kağıt dönüşüm atölyesinde 4 defineci bir tünel kazarak 50 ton altına ulaşmış; sonra da bir kısmını eritip satmış. İstanbul Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Kaçakçılık Büro Amirliği ekipleri, şahısların mal varlıklarını incelemeye almış. Zanlılar hakkında, izinsiz kazı yapmak suçundan 5 yıla kadar ceza istenirken, 50 ton altının ise bulunamadığı belirtilmiş.

İlber Ortaylı’nın konuyla ilgili verdiği bir röportajda“İstanbul’un belli yerlerinde hep altın çıkardı eskiden. Mesela Cerrahpaşa’da her kazıda altın çıkardı. Çünkü orası hem Bizans hem Osmanlı devrinde varlıklı sınıfların oturduğu bölgeydi. Hasköy’de de aynı durum olabilir. Haliç’te Bizans gemilerinin battığı da biliniyor. Ama balçığın içindeki gemiye tünelle ulaşılamaz tabii. 50 ton altın da çok fazla. Bildiğim kadarıyla Amerika’nın keşfinden sonra bu kadar çok altın bulundu.” dediği biliniyor.

İlber Ortaylı’nın ifadeleri bağlamında, günümüze kadar çıkarılan altın rezervinin ne kadar olduğunu araştırarak başladık. Ancak dünyada ne kadar altın çıktığına dair herhangi bir mutabakata varılmış değil. Dünyada çıkarılan altına dair tahminler 155 bin 244 tondan 2.5 milyon tona değişkenlik gösteriyor. Dünya Altın Konseyi’nin Thomson Reuters Altın Araştırması 2018’den aktardığı verilere göre ise, dünyadaki toplam altın rezervi bir küp haline getirilecek olsa, bir kenarı 21.4 metre oluyor.

Peki 50 tonluk altın bir küp olsaydı, bir kenarı 21.4 metre olan altın küpün ne kadarını kaplardı?

50 ton = 50.000.000 gr

Altının hacim kütlesi (özkütle) = 19,30 gr/cm3

50.000.000 gr / (x) cm3 = 19,30 gr/cm3

(x) = 50.000.000/19,30 = 2.590.673,58 cm3 = 2,590674 m3 = 50 tonluk altın küpün hacmi

Bu hesaba göre, küpün bir kenarı ise 1,373422808657035 metre oluyor.

altın_rezervi_karşılaştırması

Haliç’in dibinin her yıl, Kağıthane ve Alibeyköy derelerinden akan materyalle 10 santimetre yükseldiği göz önünde bulundurulursa, küpün üstünün kapanması 14 yıl sürecektir. Yani, teorik olarak, bu miktarda altın Haliç’in altında kaybolabilir. Saflaştırılmış haliyle, 50 ton altının hacminin çok yer kaplamadığı söylenebilir.

Şüphesiz, altınlar bir küp oluşturmuyordu ve Haliç’in dibine dağıldıysa da farklı formlarda dağıldı. Muhtemel sikke boyutları için, Google Akademik aracılığıyla yaptığımız araştırmada XI. Konstantin dönemine ait altın sikke olmadığını gördük. Bunu araştırmak için İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. Ancak müzede, teşhirde 1295-1453 arasına yerleştirilen son altın sikkenin II. Andronikos’ta sonlandığını gördük. Yani, 1295-1453 yılları arasında herhangi bir altın sikke müze teşhirinde bulunmuyor. Konuyla ilgili görüştüğümüz Müze Müdür Yardımcısı hem teknik bilgi eksikliği dolayısıyla (nümismat olmadığı gerekçesiyle), hem de devlet memuru olması gerekçesiyle bilgi vermedi. Bu sebeple, videomuzda incelemiş olduğumuz sikke II. Andronikos devrine ait.

Sonuç olarak, Haliç’te altın olduğuna dair birçok iddia bulunuyor ve bu iddialar, var olan deliller ışığında muğlaklığını koruyor. Haliç’teki kayıp Bizans hazinesi efsanesinin yüzyıllardan beri farklı hikayelerin eklemlenmesiyle ortaya çıkan varyasyonlarının, tarihi olayların çelişkili ve bilinmeyen olaylarından, insanların kurgularıyla ortaya çıktığı anlaşılabiliyor. Efsaneye eklemlenen farklı hikayelerden, zıt karakterler üzerinden hikayeye şekil verildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun en belirgin örneği ise, 1980’lerde ortaya atılan Bedrettin Dalan ve Japonlar iddiası. 1453’te XI. Konstantin’in kayıp cesedi ve hazinesiyle temellenen efsane, 1980’lerde Bedrettin Dalan gibi bir kahramanın, Japonlar gibi bir düşmanla çatışması üzerinde kendine inandırıcı bir zemin bulabilmiş.