Buradan nereye gideceğiz: İklim gündemimizin bugünü

İklim değişikliğine karşı harekete geçmemizi önleyen toplumsal koşulları, önümüzdeki zorlukları ve fırsatları uzmanlarla tartışıyoruz. Şimdi tercih vakti.


06/06/2020 15:50 19 dk okuma

Bu içerik 2 yıldan daha eski tarihlidir.

Enerjide dönüşüm iklim değişikliğine karşı yapmamız gereken ilk şey. Bu hedefle kurulan yenilenebilir enerji kooperatiflerinin durumu ne? Merkezi idare iklim değişikliğine karşı harekete geçmekte şimdilik isteksiz ama yerel idareler ne yapıyor? İklim değişikliğine karşı harekete geçmemizi önleyen toplumsal koşulları, önümüzdeki zorlukları ve fırsatları uzmanlarla tartışıyoruz

Marvel çizgi roman evreninin en sevilen kötü karakterlerinden Thanos, 2018 ve 2019’un en çok izlenen filmlerinden olan Avengers: Infinity War ve Avengers: Endgame’de izleyicilerin karşısına çıkınca, eski bir sürdürülebilirlik tartışması yeniden gündeme geldi. Evrendeki kaynaklar ile ihtiyaçların birbirini karşılamaktan uzak olduğu savından hareket eden Thanos, yaşayan tüm varlıkların yarısının ortadan kalkmasının evrenin tekrar sürdürülebilir hale getireceğini ileri sürüyordu: “Ufaklık, bu basit bir hesap. Bu evren sınırlı, kaynakları sınırlı. Hayat başıboş bırakılırsa hayatın varlığı sona erer.

Thomas Robert Malthus’un 1798’de ortaya attığı felaket senaryosu temelde iki olguya dayanıyordu: Kaynaklar sınırlı, nüfus ise eksponansiyel olarak artıyor. Malthus bir noktada, gıda üretiminin nüfus artışını karşılayamaz hale gelmesiyle küresel krizin kaçınılmaz olacağını düşünüyordu.

Sanayi Devrimi ve Yeşil Devrim dünyadaki üretimi de eksopansiyel artırınca Malthus’un öngörüsünü gerçekleşmedi. Örneğin 1600 yılında dünya nüfusu yaklaşık 554 milyon kişiden oluşuyordu. Buna karşılık aynı yıl Britanya’da hektar başına buğday üretimi 0,81 ton, yulaf üretimi 0,75 ton, arpa üretimi ise 0,68 tondu. 2000 yılı itibarıyla dünya nüfusu 6,14 milyara ulaştı. Aynı yıl Britanya’daki hektar başına buğday üretimi 8,01 tona, yulaf üretimi 5,87 tona, arpa üretimiyse 5,76 tona yükseldi. Ne yazık ki açlık hâlâ küresel bir sorun ama bu sorun günümüzde dağılımdaki eşitsizlikten kaynaklanıyor, yani Malthus’un beklediği gibi, eksponansiyel nüfus artışı ile kaynakların sınırlılığı içinden çıkılamaz bir gıda krizine yol açmadı. 

Fakat bugün Malthusçu yaklaşım yeni bir olguyla yan yana getiriliyor. Artan insan faaliyetleri üzerinde bir baskı mekanizması oluşturan şey karbon bütçesi. Karbon bütçesi basitçe, şimdiki düzeyde sera gazı emisyonlarına yol açmamız halinde, kritik sınır olan 1,5°C’lik küresel sıcaklık artışına ulaşmamızın kaç yıl alacağına ilişkin bir hesap.

Farklı metodolojileri kullanan modeller bu soruya farklı yanıtlar veriyor; bazı çalışmalar gezegenin karbon bütçesini çoktan tükettiğini söylerken, bazı çalışmalarsa 15 yılın üzerindeki karbon bütçelerinden söz ediyor.

Uzlaşan model: Yokoluş hızlanacak 

Tüm modellerin üzerinde uzlaştığı kısımsa şu: Karbon bütçesi dolduğunda, yani belirli bir miktardaki sera gazı emisyonunu ortaya çıkardığımızda, küresel sıcaklık artışı 1,5°C’lik kritik sınırın üzerine çıkacak. Buzul erimesi hızlanacak, aşırı iklim olayları çoğalacak, gıda ve sağlık krizleri baş gösterecek, iklim göçleri ortaya çıkacak ve türlerin yok oluşunun hızlanmasıyla geri dönüşü olmayan ekosistem hasarları meydana gelecek.

Karbon bütçesi sabit bir değer; yani 1,5°C’lik sıcaklık artışına ve ekosistem hasarlarına yol açmak istemiyorsak ulaşmaktan kaçınmamız gereken bir tavan. Bu tavanı geçmemek için sera gazı azaltımına ne kadar çabuk başlarsak süreç o kadar kolaylaşacak. 2000 yılında küresel karbon azaltımına başlasaydık yıllık ortalama yüzde üçlük azaltım 1,5°C’lik sınırda kalmamızı sağlayacaktı ama sera gazı salımlarımızı artırmaya devam ettik. Şimdi sıcaklık artışını 1,5°C’nin altında tutmak için yıllık en az yüzde 15’lik küresel azaltım yapmamız gerekiyor.

Sıcaklık artışı 1.5 dereceye ulaştı 

Neyse ki dünya küresel sıcaklık artışını kısıtlamak için ne yapılması gerektiğini biliyor. Çözüm karbonsuzlaşma için uzun vadeli planlama ve bu konuda küresel iş birliğinden geçiyor. Zaten 2015 tarihli Paris Anlaşması’nın tek hedefi de bu.

Ama Paris Anlaşması bu küresel iş birliğini sağlamayı şimdilik başaramadı. Şimdiden küresel sıcaklık artışı neredeyse 1,5°C’ye ulaştı. Sera gazı emisyonu üreten faaliyetleri değiştirmezsek, yani Paris Anlaşması hiç olmamış gibi davranırsak küresel sıcaklık artışı 2100 itibarıyla 4,3°C’ye ulaşabilir. Peki, Paris Anlaşması nasıl bir etkiye sahip? Ülkeler Paris Anlaşması kapsamında yaptıkları taahhütlere uyarsa, 2100 itibarıyla sıcaklık artışı yaklaşık 2,5 ile 2,8°C arasında olacak. Yani 1,5°C’nin altında kalma hedefinden çok uzak.

İklim davaları hükümet politikalarını değiştirmeyi hedefliyor 

Tek çözüm ülkelerin iklim taahhütlerini artırmaları ve bu taahhütlere ciddiyetle uymaları. Farklı ülkelerdeki çevre hareketleri ülke yönetimleri üzerinde baskı oluşturmak için değişik yollar izliyor. Uygulanan yöntemlerden biri iklim davaları.

Avukat Serde Atalay, iklim davalarını şöyle tarif ediyor: “Hükümetleri hedef alan ve onları uluslararası hukuktan ya da insan hakları hukukundan kaynaklanan, iklim değişikliğiyle mücadele ve bu bağlamda insanların temel haklarını koruma yükümlülüklerine aykırı davrandıkları için devletleri sorumlu tutmaya çalışan, hükümetlerin iklim değişikliğiyle mücadelede gayretlerini artırmayı hedefleyen dava şekli diyebiliriz.

Atalay’a göre, iklim değişikliğiyle mücadelede çizdiği çerçeve Paris Anlaşması’na uygun olmayan, yetersiz iklim hedefleri belirlemiş veya fosil yakıtlara yatırımlarını sürdüren devletlere karşı iklim davaları açılması mümkün. İklim davaları doğaları gereği belli bir yatırımı ya da kararı iptal etmeyi değil, hükümetleri politikalarını dönüştürmeyi hedefliyor.

En bilinen iklim davasını, Urgenda Vakfı Hollanda hükümetine karşı açtı. Davada mahkeme, iklim değişikliğine karşı harekete geçmeyen Hollanda hükümetinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan yükümlülüklerini ihmal ettiğini ve ülke emisyonlarını 1990 yılına kıyasla en az yüzde 25 azaltması gerektiğine hükmetti.

“Güncelin esiri olduk” 

Özetle, iklim davaları aracılığıyla yurttaşlar devletlerini göreve çağırıyor. Vatandaşlar aslında bu davalar yoluyla hükümetlerine, “Birkaç yıllık planlama yapmaktan vazgeçip geleceği düşünün” demeye çalışıyor. Ama KONDA’dan Bekir Ağırdır’a göre, uzun vadeli planlama Türkiye için bilhassa zor: Türkiye kendi toplumsal gerilimleri ve siyasal gerilimlerinin esiri oldu. Güncele hapsoldu, güncelin şehvetine teslim oldu. Çok fazla güncelin şehvetine teslim olduğu için giderek gelecekten daha çok bugüne dair iş yapıyoruz. Devlet dediğimiz mekanizmanın gelecek algısı veya vade algısı değişiyor. Neden değişiyor? Çünkü o konudaki melekeleri veya olan da eksik de olsa olan kapasiteleri bile eksildi.

“Yurttaşların gelecek projeksiyonları küçüldü” 

Ancak sorun yalnızca idarenin planlama kabiliyetiyle ilgili değil. Son yıllarda Türkiye’nin gündemleri hem çok yakıcı hem de çok hızlı değişiyor. Uzun süredir devam eden Suriye İç Savaşı’nın Türkiye’ye yansımaları ve önce devlet dışı silahlı grupların Türkiye’deki eylemleri, ardındansa Türkiye’nin Suriye’de başlattığı askeri operasyonlar, 2016’daki darbe girişimi ve Mart 2020’den itibaren Türkiye’ye sıçrayan yeni tip koronavirüs salgını toplumun endişe seviyesini artırdı. Sürekli değişen güvenlik kaygıları hepimizi hayatta ve sağlıklı kalabilmekten başka bir şey düşünemez hale getiriyor. Bunlar yetmezmiş gibi ekonomik kriz ve yoksulluk da Türkiye’de yurttaşların geleceği düşünmesini engelliyor. Bekir Ağırdır, Türkiye’de yurttaşların gelecek projeksiyonlarının kısaldığına ilişkin bulgulara eriştiklerinden bahsediyor:Bizim şöyle bir bulgumuz var. 2015’te Türkiye toplumunun ortalama gelecek dediği zaman, ortalama tahayyül dünyası 11 yılmış. Yüzde 25 insanınki üç yıl ve daha kısaymış. Yani 37’nci ay o tahayyül dünyalarında yok, 36 aydan sonrası “Kim öle kim kala” diyorlar yani bizim halkımızın deyimiyle. Sonra 2018’de tekrar ölçmüşüz O 11 yıl 10 yıla kısalmış üç senede bile ve de üç yıldan daha kısa vadeli bir gelecek içinde yaşayan insanlar yüzde 35’e gelmiş. Yani ülkenin üçte biri dördüncü yılı tahayyül edemiyor, ancak üç yıllık plan yapabiliyor demek bu. Dolayısıyla onlar da güncelin, geçim gailesi içinde güncelin ekonomik dertleri içinde ya da korkuları, umutları içinde sıkışmış durumdalar.

4 1 1 1024x436 Konda 2013 ve 2016 yılları arasında da benzer bir bulguya ulaşmış, toplumdaki gelecek algısının kısaldığını tespit etmişti (Kaynak: KONDA, Toplumsal Ruh Hali: Güvenlik ve Mutsuzluk Gelecek Algısı, Eylül 2016)

İklim için okul grevi çağı 

Ama bu uzun vadeli düşünme ve planlama yapma kabiliyeti kaybına ilaç olabilecek bir grup belki de mevcuttur. 2018’de başlayan İklim için Okul Grevi eylemini Türkiye’de uygulayanlardan biri 12 yaşındaki Deniz Çevikus.

5 1024x351 Deniz Çevikus, İklim için Okul Grevi eylemlerinden birisi sırasında

Deniz Çevikus ve birçok eylemci cuma günleri iklim için okul grevi yapıyor. Yani cuma günleri okula gitmeyip bulundukları kentlerde dışarı çıkıp en çok insanla karşılaşabilecekleri noktalarda pankartlarını açıyorlar. Deniz’in pankartında çoğu zaman “İklim krizinin farkında mısınız? İsterseniz anlatabilirim” yazıyor. Deniz cuma günlerini insanlarla iklim değişikliği hakkında konuşarak geçirmesinin nedenlerini şöyle anlatıyor: Bu eylemlere başlanmasının sebebi son 11 yılımızın kalmış olması. Yani bu demek oluyor ki eğer 11 yıl sonra hala atmosferin sıcaklığını 1,5°C bir farkın altında tutamamış olursak artık iklim kriz geri döndürülemeyecek bir noktaya gelecek.Aslında çoğu kişi ilk başta iklim krizini anlattığımda bir anda bir sürü bilgiyi elde ettiği ve bunlar çok fazla geldiği için kabul etmekte zorlanıyor ama ondan sonra zaten dünyada yaşanmakta olan örnekleri görünce çoğu kişi ikna oluyor. Ama tabii ikna olmayanlar da var.

16 yaşındaki Greta Thunberg’in 2018’de İsveç’te başlattığı iklim eylemleri bir yıl içinde tüm dünyada milyonlarca kişiyi sokaklara döktü. İsmini genç eylemcilerin cuma günleri okula gitmeyip iklim grevi yapmasından alan Fridays For Future hareketinin Türkiye ayağını oluşturan yüzlerce genç iklim aktivisti ve diğer genç gruplar, Türkiye’de topluma iklim değişikliğiyle mücadelenin ne kadar acil olduğunu anlatmaya çalışıyor.

“Gençlerin vurgusu gezegene dair, yerel değil” 

Siyaset bilimci Yrd. Doç. Dr. Barış Gencer Baykan, genç iklim eylemcilerinin küresel söyleminin, iklim değişikliği siyasetindeki tıkanmadan dolayı öne çıktığını düşünüyor:

Baris Gencer Baykan  300x183\"Siyasette bir kilitlenme olunca gençler grup olarak, öznel bir grup olarak ortaya çıkıyor. Kendi haklarıyla alakalı ortaya çıkıyorlar. Onların vurgusu mesela daha çok gezegene dair farkındaysanız. İstanbul değil, Trabzon değil, Urfa değil, Stockholm değil… O kuşağın dinamikleri daha küresel olduğu için hep gezegene atıf yapıyorlar.”

“Bir gelecek olmayacaksa neden okumamız gereksin?”

Türkiye’deki ilk küresel iklim eyleminin çağrısını yapan Atlas Sarrafoğlu sekizinci sınıf öğrencisi. Akranları gibi o da Liselere Giriş Sınavı’na hazırlanıyor ama iklim değişikliğinin hayatını kökünden değiştireceğinin farkında ve LGS’nin iklim krizinden daha fazla önemseniyor olmasına tepki gösteriyor: “Şu anda ben sekizinci sınıfım ve sekizinci sınıfların umursadığı şeyler ödev ve LGS. Dersleri yani... İyi bir liseye gitmek istiyorlar. Anlıyorum, ben de iyi bir liseye gitmek istiyorum fakat bir gelecek olmayacaksa neden okumamız gereksin ya da ödev yapmamız gereksin diye düşünerek grev yapmaya karar verdim.

“Karar alıcıların gerçeklere gözlerini kapamaması derdimiz”

İstanbul’da yaşayan bir diğer iklim eylemcisi, lise öğrencisi Selin Gören, genç iklim aktivistlerinin üstlenmeye çalıştığı işleve ve iklim siyasetinde işlemeyen kısma değiniyor: “Bilim insanlarının söyledikleri gerçekleri karar alıcılara iletiyoruz aslında. Bizim yaptığımız bu. Yani ‘İklim krizini çözmemiz gerek, evet ama bunun yolu grev değil’ diyen insanlar var. Arkadaşlarım arasında da var. Fakat ben öyle düşünmüyorum kesinlikle. Çünkü bilim aslında zaten sundu, ortada gerçekler var. Önemli olan karar alıcıların bu gerçekleri anlaması, fark etmesi ya da bu gerçeklere gözlerini kapanmaması.

“Kuşaklararası bir hak talebi”

Barış Gencer Baykan’ın işaret ettiği tıkanma tam da burada. Karar alıcılar her adımlarını oyun teorisine göre atıyor. Yani devletler iklim değişikliği konusundaki küresel iş birliğini ya kendileri için birer fırsat gibi görüyor ya da asgari gerekleri yerine getirip ulusal çıkarları mümkün olduğunca korumaya çalışıyor. Baykan uluslararası iş birliği ihtimalini ortadan kaldıran tıkanıklığı ve gençlerin kızgınlığını yan yana getiriyor: Politikacılara neden kızıyor gençler? Kuşaklararası bir hak talepleri var. Bir de iklim gibi bir konuda politikacılar bilimi, bilim insanlarını dinlemiyor. Yani iklim gibi bir konuda ulusal çıkarları düşünüyorlar, rekabet diyorlar, ekonomi diyorlar, büyüme diyorlar, ticaret savaşları diyorlar. Bir kilitlenmişlik var. Ulusal çıkarlar aşılamıyor, uluslararası bir kooperasyon yapılamıyor, iş birliği yapılamıyor.

“Kısa vadeli politikalar yön değiştirmeli” 

Genç iklim aktivistleri, kurumsallaşmış siyasetteki kısa vadeli çıkarlara odaklı yaklaşımın değişmesi gerektiğini düşünüyor. Merkezi idare pozisyonlarına dört, beş ya da yedi yıllığına seçilen siyasetçiler, görev sürelerinin ve imkanlarının ciddi bir kısmını yeniden seçilme şanslarını artıracak, kısa vadede etkisini gösteren popüler eylemlere vakfediyor. Uzun vadeli önlemler ve dönüşüm gerektiren iklim değişikliği politika paketleri uzun vadede toplumların lehine olsa da kısa vadede gelir azalışı yaratabileceği için bu yönde atılacak olası adımlar merkezi karar alıcılarda oy kaybı kaygısına yol açabiliyor.

Merkezi idare iklim politikalarını uygulama konusunda isteksiz, peki, yerel idarelerde durum ne?

24 Belediyeden Paris Anlaşmasına bağlılık taahhüdü   

Gaziantep, Bursa, Kocaeli gibi birçok kentte büyükşehir belediyeleri ve ilçe belediyelerinin iklim eylem planları bulunuyor. Hatta Aralık 2019’da İklim için Kentler deklarasyonunu yayımlayan 24 belediye, Türkiye’nin onaylamadığı Paris Anlaşması’na bağlı olacaklarını duyurdu.

Bir yerel idare için Paris Anlaşması’na bağlı kalma taahhüdünde bulunmak ya da bir iklim eylem planı hazırlamak ne anlama geliyor?

Kent ölçeğinde hazırlanan iklim eylem planlarının temelinde kent bazlı sera gazı emisyonu profilleri hazırlamak ve yerel idarenin yetkileri kapsamında emisyon azaltım ve uyum çalışmaları başlatmak yatıyor. Türkiye’de yürütülen İklim için Kentler programının koordinatörlerinden ve İklim için Kentler: Yerel Yönetimlerde İklim Eylem Planı rehberinin editörü, 350 Türkiye’den Efe Baysal, belediyelerin iklim eylem planı çabalarının özünü şöyle açıklıyor: “Belediye iklim kriziyle mücadelede bir yol haritası çıkarıyor. Bu yol haritasını çıkarırken de belli başlı noktaları, sera gazı salımlarını yerel yönetim sınırları içinde nasıl indirebileceğini belli başlı kriterlere göre hazırlıyor, projeksiyonlar oluşturuyor ve bu projeksiyonlara göre de iklim kriziyle nasıl mücadele edebileceğine yönelik bir yol haritası oluşturuyor.”

Sorumluluk tek birime yüklenirse, başarısızlık muhtemel 

Ancak Efe Baysal iklim değişikliğini bir çevre sorunu olarak görme hatasına düşülürse, yani bu konudaki sorumluluklar yerel idarelerin çevre birimlerine yüklenirse, iklim eylem planlarının herhangi bir etki yaratmayacağı uyarısında bulunuyor:

Efe baysal  300x169

“Bu konu ya çevre müdürlüklerinin başlığı altına giren ya da ‘Şu kadar ağaç dikeriz, biz bu işi kıvırırız’ diye Park Bahçeler birimlerine atılan bir konu olarak ortaya çıkıyor. İklim eylem planı dediğimiz plan, bir belediyenin vizyonunu baştan aşağı yenileyen ve en üst biriminden en alt birimine kadar bütünleşik bir şekilde belediyenin farklı müdürlüklerini kapsayacak şekilde gerçekleştirilmesi gereken bir plandan bahsediyoruz. Bu gibi konularda belediyeler genel itibariyle eksik kaldığını görüyoruz.”

Kurumsal faaliyet emisyonu: yüzde 6.35 

İklim eylem planı hazırlayan yerel yönetimlerden Kadıköy Belediyesi’ne bakalım. Kadıköy sınırlarındaki yıllık sera gazı emisyonlarının sadece yüzde 6,35’i Kadıköy Belediyesi’nin kurumsal faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Geri kalan emisyonlar endüstriyel, ticari ve evsel elektrik tüketimi, binaların ısıtılması ve ulaşım temelli. Bu emisyonların çoğu ulusal politikalarla da alakalı olduğu için belediyeler için en gerçekleştirilebilir hedef, kendi faaliyet emisyonlarını azaltmak.

Azaltıma gidilebilecek faaliyetlerden biri atık yönetimi. Sadece çöp toplayan kamyonların rotalarının ve çöp konteynırlarının optimizasyonu bile bu faaliyetlerden kaynaklanan sera gazı emisyonlarını azaltabiliyor. Atık yönetimi konusunda yerel idarelerle çalışan Evreka’nın yaptığı küçük müdahaleler, azaltım yolları hakkında ipuçları sunuyor.

Çöp kamyonları için yeni rotalar 

Evreka atık yönetimi konusunda bir yerel idareyle çalışacağında, o bölgedeki çöp konteynırlarına sensörler takarak işe başlıyor. Bu sensörler çöp konteynırlarının doluluk oranını, sıcaklığını, ağırlığını belediyenin otomasyon sistemine bildirerek çöplerin en doğru zamanda, en kısa rotada nasıl toplanabileceğini ortaya çıkarıyor. Böylelikle henüz dolmamış çöpler için çöp kamyonları sürekli sefer yapmıyor. Evreka kurucularından Umutcan Duman, optimizasyon sonrasındaki manzarayı şöyle özetliyor: 

Çöp kamyonları çok yakıt harcıyorlar. Kamyon sayısını, gezdiği süreyi, gittiği mesafeyi azalttığımız zaman karbon emisyonunu da azaltmış oluyoruz. Sadece kamyonlar sayesinde yüzde 25’e varan azaltım sağlıyoruz. Konteynıra biz bu sensörü takıyoruz.Doluluğunu sıcaklığını ve hareketini algılayabiliyoruz.Normalde bu konteyner örneğin her gün toplanacaktı. Bunun yerine dördüncü ya da beşinci günde toplanmış. Dolayısıyla beş kere çöp toplamak yerine bir kerede toplayarak, müthiş bir verimle operasyonu yönetmiş oluyorlar.Dört araçlık bir operasyonu artık bir araçla yapabiliyorlar. Yani üç aracı boşa çıkarmış olduk.Kat ettikleri mesafeyi yüzde 60 azalttık. Dolayısıyla aslında benzin tüketimini, yakıt tüketimini de o seviyede azaltmış olduk.

Çoğu emisyon ulusal politikaların etkisinde 

Fakat çoğu emisyon büyük ölçüde ulusal politikaların etkisi altında. Örneğin Kadıköy Belediyesi’nin kendi inisiyatifiyle evlerde doğalgaz kullanımını önlemesi ya da fosil yakıtla çalışan otomobilleri yasaklaması mümkün değil. Öyle ki Kadıköy Belediyesi kendi idari sınırları içindeki toplu taşıma üzerinde bile söz sahibi değil; bu konuda yetkili olan da İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile kısmen Ulaştırma Bakanlığı. Belediyenin elektrik şebekesinden gelen fosil yakıta dayalı elektriğe müdahale etme şansı da yok. Dolayısıyla Kadıköy Belediyesi’nin ve diğer ilçe belediyelerin öncelikli ve gerçekçi hedefi, kentin iklim değişikliği karşısındaki kırılganlığını azaltmak, binaların enerji verimliliğini artıracak tedbirler alarak emisyonları azaltmak, kenti daha yürünebilir hale getirmek ve belediye faaliyetlerinden ileri gelen emisyonları düşürmek. 

Kadıköy Belediyesi’nin iklim eylem planlarının oluşturulması ve uygulamaya konmasında sorumluluk sahibi isimlerden Çevre Koruma ve Kontrol Müdürü Şule Sümer de belediyelerin kısıtlı yetkilerinin altını çiziyor: “Biz ilçe belediyesi olduğumuz için binalardaki karbon emisyonlarıyla ilişkili olarak bir azaltım hedefi ortaya koyduk. Ama mesela ulaşımla ilgili Büyükşehir Belediyesi’nin yetki alanında olduğu için, dolaylı emisyonlardan biri olduğu için, bununla ilgili de hedef ekledik ama hani bununla ilgili bir farkındalığımız vardı, bir iş birliği yapmamız gerekiyordu.

Büyükşehir belediyelerinin adım atması gerek 

Binaları daha az sera gazı emisyonuna yol açar hale getirmek için ilçe belediyeleri adım atmak istese de büyükşehir belediyelerinin bu konuda adım atıp ilgili düzenlemeleri imar plan notlarına eklemesi lazım. Yani bu konuda da yerel yönetimlerin tek başlarına mesafe kat etmeleri zor. Şule Sümer, “Aslında plan notlarına girmesi gerek ilçe olarak bizim tek başımıza yapabileceğimiz bir şey değil. Bunu biz planlarımıza koyduktan sonra bunun Büyükşehir Belediye Meclisi’nde aynı şekilde onaylanması gerekiyor” diyor.

Yerel yönetimlerin kendi imkanlarıyla yapabilecekleri birçok şey olsa da enerjiyle ilgili alanlarda merkezi bir politika belirlenmeden atılacak adımların çok da etkili olmayacağı ortada.

Örneğin Türkiye’de bazı belediyeler, hizmet araçlarının bir kısmını elektrikli hale getirmiş durumda. Ama unutulmaması gereken bu araçların elektriğinin nereden sağlandığı. Elektrikli araç dendiğinde herkesin aklına, doğa maliyeti daha düşük bir ulaşım biçimi geliyor. Ama bu araçlarda kullanılan elektrik fosil yakıtlardan sağlandığı müddetçe bu projeler sera gazı emisyonları bağlamında radikal bir azaltım sağlamayabiliyor. Araçlarda elektrifikasyon ancak aracın elektriğinin de yenilenebilir kaynaklardan sağlanması halinde anlamlı bir dönüşüm ifade edebiliyor. 

Esas meseleyi tartışmak: Politikalar 

Bu yüzden tekrar sorunun özüne, Türkiye’nin ulusal bir iklim politikası olmayışına geliyoruz. Kömüre dayalı termik santraller konusunda bile kararlı politika belirlemekten kaçınan Türkiye zaman kazanmaya çalışırken aslında sorunların çözümünü karmaşıklaştırıyor. Geçtiğimiz aylarda, özelleştirilmiş termik santrallerin teknolojik iyileştirme yapılmadan, yani baca gazı arıtma filtreleri olmaksızın çalışma süresinin uzatılmasını öngören 50. Madde tartışıldı. Halbuki kömürden tamamen çıkışı, adil dönüşümü, yetersiz yenilenebilir enerji politikalarını tartışmamız gerekiyor. Çıkarlar değiştikçe farklı yönlere savrulan gündelik politikalara değil, uzun yıllar değişmeyecek, iklim değişikliğine uyumu ve bu süreçte iklim adaletini ön sıraya koyacak planlara ihtiyacımız var. 

“İstesek de istemesek de kömürden çıkacağız”

İktisatçı Bengisu Özenç, kömürden çıkış konusunda Türkiye’nin er ya da geç adım atması gerektiğini, asıl önemli olanınsa idarenin uzun süre değişmeyecek ilkeler ortaya koyarak piyasayı yönlendirmesi olduğunu söylüyor:

Bengisu özenç  300x199\"İstesek de istemesek de oraya doğru [kömürden çıkış] gidiyoruz. İki buçuk yıl sonra olmayacak ama beş yıl sonra olacak, belki 10 yıl sonra olacak. Onun için de bizim aslında alternatiflerimizi önümüze koymamız, her birinin maliyetlerini hesaplayarak bunlarla nasıl yüzleşeceğimizi planlamamız gerekiyor. Kamunun uzun süreli, değişmeyecek politikalar oluşturması gerekiyor. Hani, “İki yıl sonra af gelir,” işte, “Bize altı yıl dediler ama biz bunun sonunda zaten muafiyet alırız” gibi düşüncelere yol açacak kaçış noktalarının olmayacağı bir politika doğrultusunun önümüzde olması lazım. Mevcut üretim pratiklerimiz bizi bugüne getirdi. Peki bundan nasıl çıkabiliriz. O zaman, “Farklı şekilde üretelim” diyoruz. Ama hâlâ “Üretelim” diyoruz. Öngörüler, 2030 yılına kadar 2010 yılının yüzde 50 daha fazlası bir tüketim talebiyle karşılaşacağımız yönünde. Yani aslında ilk önce talebi yönetmek gerekiyor, bu kadar yüksek talep olmamalı! Bu belli alışkanlıkları değiştirmek anlamına geliyor. Yani sadece sanayinin daha temiz üretim, döngüsel ekonomi, daha az kaynak kullanımı gibi yaklaşımlarıyla bir şeyleri çözmek mümkün olmayacak. Bizi 2°C, 1,5°C hedeflerine getirecek şeyler sadece onlar olamaz.\"

Üç yol; Yaşam tarzı, politika, küresel plan değişiklikleri 

Bildiğimiz Dünyanın Sonu ifadesinin anlamı işte burada ortaya çıkıyor. Önümüzde birkaç yol var.

Bunların ilki baz patika, yani hiçbir dönüşüm yapmadan, şimdiye dek olduğu gibi yaşamayı sürdürmek. Bu durumda 2100’e gelindiğinde yaklaşık 4°C ısınmış bir gezegenle, yaşanabilirliğini kaybetmiş bölgeler ve iklim göçleriyle, türlerin toplu yok oluşlarıyla, kıtlık ve susuzlukla karşılaşacağız. 

İkinci yol, iklim değişikliği politika paketlerini kısmen uygulayıp şimdiki gibi yaşamaya, uzun tedarik zincirlerinin hayatımıza soktuğu ürünleri tüketmeye devam edeceğiz ve bir mucize beklentisiyle krizi bir süre ötelemeye çalışacağız. Bu yolla 2100 yılına belki daha az hasarla gelebiliriz ama yüzleşmeden kaçındığımız sürece insan kaynaklı iklim değişikliği tehdidini ortadan kaldırmış olmayacağız.

Üçüncü seçenek ise iklim değişikliği eylem planlarını küresel bir iş birliğiyle gerçeğe dönüştürürken hayatlarımızda da kalıcı değişiklikler yapmak. Tedarik zincirlerini kısaltmak, tüketim taleplerini azaltmak ve hayatlarımızı basitleştirmek.

Hangi yolu seçersek seçelim bundan sonra bildiğimiz dünya olmayacak. Ama bir doğal afetle karşı karşıya değiliz. Seçimi biz yapacağız.