Deniz salyası yani müsilaj, aslında neredeyse tüm bitkiler ve bazı mikroorganizmalar tarafından üretilen kalın, yapışkan bir madde. Müsilaj her şeyin yolunda olduğu bir dünyada, ekosistem için iyi haber bile olabilirdi, ancak bugün kamuoyunun tartıştığı hali hoş bir tanışmaya işaret etmiyor.
Google Trends verilerine göre 18-24 Nisan 2021 tarihlerinde “müsilaj” kelimesi internette hiç olmadığı kadar aranmaya başladı. Bu aralık, basında “Marmara'nın derinlikleri tehdit altında”, temalı haberleri yeni yeni görmeye başladığımız zamana denk geliyordu. 9-15 Mayıs tarihleri arasında “Marmara’nın dibinin de müsilajla kaplanmaya başladığına” dair haberler okuduk ve Google trends eğrisi yükselişini sürdürdü. Reuters, The Guardian, The Washington Post gibi dünyadan gazeteler, bilim insanları ve bürokratlar konuyu anlamaya çalışıyor, herkes bu korkutucu görüntüden ne zaman, nasıl kurtulacağımızı merak ediyordu.
Denizlerdeki biyolojik üretimin ilk basamağını teşkil eden fitoplankton isimli mikro alglerin, yani minik bitkiciklerin aşırı çoğalması sonucunda ortamdaki şartlara tepki olarak bırakılan salgıya, müsilaj deniyor. Ancak bugün yaşadığımız, boyutları itibariyle bir "müsilaj sorunu".
Fazla üremenin hücre içi sıvıları: Müsilaj
MAREM (Marmara Denizinde Değişen Oşinografik Şartların İzlenmesi) projesinin başında bulunan ve “İstanbul’un Kadim sorunları: İstanbul’un Suları” dosyasında görüşlerine yer verdiğimiz hidrobiyolog Levent Artüz’e göre, müsilaj iki aşamada "bir sorun" haline geldi. Önce Mart ayında denizdeki oksijenin bitmesi nedeniyle canlı çeşitliliğinin korunması için alg tomurcuklanması (patlaması) ve büyük üreme yaşandı. İkinci aşamada bu “aşırılığın” hücre içi sıvıları başımıza dert oldu. İşte o hücre içi sıvılar salyamsı yapıyı oluşturuyor.
Müsilaj vakaları, yüksek su sıcaklığından dolayı daha çok Akdeniz havzasında görülüyor. İklim değişikliği nedeniyle suların ısınması sonucu doğal ortam hızla değişiyor ve deniz ekosistemi bu hıza ayak uyduramıyor.
Örneğin Akdeniz havzasındaki Tiren Denizi’nde 1991 ve 2005’te müsilaj izlenmiş. 2005 tarihli bir makale de, Akdeniz’de 2003’te görülen müsilajın, sıcak hava dalgasıyla ilişkisini araştırıyordu. Akdeniz’deki müsilaj sorunu ve iklim değişikliği arasındaki ilişki, 2009 yılında da incelenmiş ve yine sıcaklıkla bağı ortaya konmuştu. 2010’da BP’nin Meksika Körfezi’nde nedeni olduğu petrol sızıntısının müsilaj oluşumunu hızlandırdığı gündeme gelmişti. 90’lı yıllarda Kuzey Denizi kıyılarında da müsilaj gözlenmiş. Yani müsilajla ilgili dünyadan birçok örnek bulmak mümkün; ancak hiçbiri Marmara’da gördüğümüz düzeyde değil. Nitekim hidrobiyolog Levent Artüz, Marmara’ya yapılanın dünya üzerindeki bir başka denize yapılmadığını söylüyor.
Marmara’nın uzun yıllara dayanan alarmı: Neler oluyor?
Konu kamuoyuna Mayıs’ta mal olsa da, uzman görüşleri ve balıkçıların deneyimleri güncel müsilajın Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi’nde Kasım 2020’de başladığına işaret ediyor. Haberleri iyice tararsak müsilajla kamuoyu düzlemindeki tanışıklığımızı Şubat 2020’ye kadar götürebiliyoruz.
Ancak Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum Karadeniz’de de görüldüğü açıklanan müsilajın sebebiyle ilgili ilk açıklamayı 31 Mayıs 2021’de yaptı: Marmara’nın durgun bir deniz olması, kirlilik ve iklim değişikliği. Güncel bir başka açıklamasında kirliliğin sebeplerinden birini detaylandırdı, deniz çevresindeki sanayi tesislerine işaret etti.
TMMOB’a bağlı Çevre Mühendisleri Odası ise, mevcut atıksu yönetimi politikasına işaret etti ve bu politikanın devamı halinde Marmara’da oksijen yetersizliğinin büyüyeceğini, balık göçlerinin hızlanacağını ve biyoçeşitliliğin azalacağını söyledi. Küresel iklim değişikliğinin çarpan etkisini de ekledi. Marmara Denizi etrafından barınan 30 milyona yakın insanın neden olduğu atığın yükünü bu deniz çekiyor.
2017’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TÜBİTAK ortaklığında hazırlanan “Denizlerde Bütünleşik İzleme Programı, Marmara Denizi Özeti” raporuna göre, denizi asıl kirleten, atıkların önarıtma sonrası “derin deniz deşarjı” yöntemiyle uzaklaştırılarak, Marmara’nın diplerine verilmesi. Levent Artüz’e göre, 1983 yılından 2010 yılına kadar 25 metreden daha derin sular, pek çok deniz canlısı için yaşanamayacak duruma gelmişti bile.
Aşırı avlanma ve gemi sökümünün payı
İklim değişikliği ve kirlilik, Marmara ve Akdeniz’in ortak kaderi, ancak bir başka ortak noktaları daha var: Aşırı avlanma. Müsilajın pek de seslendirilmeyen sebeplerinden biri de bu. Marmara Denizi Türkiye denizleri içinde 927 kilometre (sf. 5) en kısa kıyıya sahip olsa da, ülkenin kalbi konumunda. Türkiye’de yetiştiricilikte Ege Bölgesi yüzde 60’lık payla ilk sırada, onu yüzde 12’yle Karadeniz ve yüzde 10 ile Marmara izliyor. Ardından Akdeniz geliyor(sf. 27). Ancak Marmara su ürünleri işleme açısından, Ege’den sonra ikinci sırada (sf. 27).
Türkiye’de gemi inşa ve söküm sanayinin merkezi de Marmara. TBMM’deki bir soru önergesine gelen yanıta göre, 2002-2012 arasında sökülen gemi sayısı, 83’ten 281’e, elde edilen hurda ise 191 bin tondan 927 bin tona yükseldi. Türkiye gemi sökümünde dünya üçüncüsü. Gemi sökümünün yarattığı kirliliğe dair güncel bir çalışma olmasa da, sektörün ciddi bir tahribata sebep olduğu biliniyor. Gemicilik Marmara için çok da konuşulmayan bir diğer kirletici.
Yani her ne kadar bazı uzmanlar müsilajın fark edilmesi için bir erken uyarı sistemi geliştirmeye başladıklarının müjdesini verse de, erken uyarı aslında orada bizi bekliyordu. Organik ve inorganik kirleticiler, aşırı avlanma, aşırı nüfus, küresel iklim değişikliği... Bu etkenlerin hepsi bir arada olduğunda başka bir sonuç beklemek anlamsız olurdu. Peki şimdi ne olacak? Bu geçici bir sorun mu? Canlılığı, insanlar da dahil olmak üzere nasıl etkileyecek?
“Havaların ısınması durumu iyileştirmeyecek”
Denizde zaman zaman müsilaj görülmesi normal. Ancak bu olağan bir müsilaj değil. Nitekim Marmara’da 2007’de de olağandışı bir müsilaj vakası yaşanmıştı. O dönemki müsilaj, denizdeki oksijen miktarı görece yeterli olduğundan kolay parçalanmıştı.
Belediye ve bazı akademisyenler, müsilajın havaların ısınmasıyla azalacağını belirtese de, Artüz sorunun ortadan kalkması için denizdeki oksijen miktarının artması şartına işaret ediyor. Ona göre havanın ısınması sudaki oksijen miktarını daha da azaltacak: “Müsilajı bir jelibon gibi düşünelim. Suda kaybolmayacak, sadece dibe çökecek. 2007’deki müsilajın kaybolması iki üç yılı bulmuştu. Bu defaki en az altı yıl alacak. Göz önünden kaybolsa dahi, deniz diplerine çökerek varlığını sürdürecek” diyor.
Yani soruna geçici desek bile geçmesi uzun sürecek ve kalıcı önlemler alınmadığı takdirde giderek sıklaşan aralıklarla bizi ziyaret etmeyi sürdürecek.
Balıkçılığı etkileyecek
Bu altı yılda müsilajın balıkçılık sektörünü etkilemesi bekleniyor. 2007 yılında yaşanan ve gözden kaybolması iki yılı alan müsilajın sektöre etkilerini ölçen bir çalışma, balıkçılığın o dönem yüzde 61,27 gelir kaybettiğini ortaya koyuyor. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, Marmara Denizi’ndeki balık ağları gözlerinin müsilajla kapandığını belirten bir açıklama da yaptı.
Yani geldiğimiz nokta, kirliliğin yanında geçimini denizden sağlayan sektörler için de çözüm gerektiğini gösteriyor. Bu konu 2007 dönemi için yazılan bir raporda, kısa vadede yapılması gerekenlerden birinin küçük ölçekli balıkçılık için bir afet planıyla desteklenmesi gerektiği biçiminde ele alınmıştı. Uzun vade için ise Çevre Mevzuatı gereği alıcı ortam ve atıksu parametreleri kabul edilebilir üst limitleri şartlarına uyulmasının, özellikle de Marmara Denizi için şart olduğu hatırlatılıyor (sf. 42). 2009 yılında balıkçılığın sorunları hakkında milletvekilleri TBMM’de söz alırken, zamanın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da Marmara Denizi’ndeki müsilaj birikimine karşı uyarılmıştı. Balıkçılar bugün de müsilajın geçmesini bekleyenlerden.
Ancak bu sorunun sadece balıkçılık sektörünü etkileyeceği anlamına gelmiyor. Akademisyen Bülent Şık Bianet’te yayınlanan meseleleri birbirine bağlamak başlıklı yazı dizisinde insan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını birbiriyle ilişkili parçalar olarak görmek gerektiğini anlatıyor. Şık, deniz müsilajının, denizde yaşayan bir kolera bakterisine ev sahipliği yapabileceği uyarısında bulunmuş. Şık’ın değindiği bir başka husus ise balast suları. Gemiler, ülkeler arası taşımacılık yaparken yük dengesini sağlamak için ülke sularını gemiye doldurup, kendi ülkelerine geldiklerinde ya da gerektiğinde başka ülkelerde bırakıyorlar. Bu, farklı deniz ekosistemlerinin birbirine karışması demek. Teyit’e konuşan Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nden Prof. Nihayet Bizsel de, Türkiye’de bu alanda yeterince denetim olmadığını hatırlattı.
Kirlilik yükünü bertaraf edecek uzun vadeli planlar yapılmalı
Peki bir çözüm var mı? Yoksa geri dönüşü olmayan bir felaket mi yüzleştiğimiz? Levent Artüz, İstanbul'un Suları dosyasında da dile getirdiği tezi tekrarlıyor: “Bu durumdan kurtulmak için Marmara Denizi bir atık havuzu gibi kullanılmaktan vazgeçilmeli.”
Aslında bu genel bir bilimsel konsensüs: Uzmanlara göre etki altındaki denize evsel, endüstriyel ve kanalizasyon atıkları gibi noktasal kaynaklı kirleticileri, tarımsal araziler gibi kaynaklardan gelebilecek kirlilik yükünü bertaraf etmek üzerine planlamalar yapılmalı.
Bugünlerde İstanbul İl Tarım ve Orman Müdürlüğü koordinesinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi müsilaja karşı çözümü sahada araştırıyor. Yanı sıra Kartal ve Mudanya gibi bölgelerde kıyı ekipleri teknelerle kıyıdan temizlik yapıyor. Ancak müsilajın deniz yüzeyinden temizlenmesi ne gerçekçi, ne de mümkün.
Marmara Denizi’ndeki kirliliğin balıkçılık üzerindeki etkilerini inceleyen bir makale, denizdeki kirliliğin temizlenmesi değil, denizin hiç kirletilmemesi yönünde bir anlayış benimsenmesinin şart olduğunu vurguluyor. Bir diğer öneri, deniz etrafındaki yerel yönetimler ile merkezi idarenin birlikte belirleyeceği bütüncül bir eylem planının hayata geçmesi. Bu balıkçılık mevzuatının düzenlenmesi, hava ve su kalitesi ile kıyıların, canlıların korunması, doğal güzellik ve vahşi yaşam alanlarının belirlenmesi gibi alanlarda yapısal değişikliklere gidilmesi anlamına geliyor.
1954’ten bu yana Marmara Denizi’ni izleyen MAREM projesinin koordinatörü Artüz, yapılabilecek tek şeyin Marmara’nın derhal alıcı ortam olmasından vazgeçilmesi olduğu görüşünde. Çevre Mühendisleri ise sürecin planlanıp yürütülmesi ve çözümün hayata geçirilmesi için hazır olduklarını açıkladı, çözüm için denize deşarj edilen atıksuların tamamının, ileri biyolojik arıtmadan geçmesi gerektiği kanaatindeler. Bir diğer önerileri ise iklim krizine karşı da acil eylem planı oluşturulması.
“Kendi haline dönmesini beklemek”
Müsilaj oluşumundaki temel bileşenlerden olan nitrat ve fostatın Marmara Denizi’ndeki dinamikleri üzerine 1988’de ODTÜ’den tez yayınlayan Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nden Prof. Nihayet Bizsel, daha o yıllarda Marmara’nın kirliliği tolere edebilecek hali olmadığını savunmuştu. Bizsel, ortada bir çözüm önerisi olmadığını belirtiyor: “Aynı şey İzmir Körfezi’nde de yaşanabilirdi ancak olmamasının sebebi çok rüzgâr alması. Marmara’nın kapalı ve durgun bir deniz olması araştırmacıları için bulunmaz bir laboratuvar ortamı sağlasa da, şu anda aleyhimize işliyor. Atıklar arıtılarak boşaltılmalı, bunu yapamıyorsanız atık boşaltmayı bırakıp doğanın kendi haline dönmesini beklemelisiniz.”
Devlet Planlama Teşkilatı’nın 2007’de hazırladığı 2009-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda da, Marmara Denizi’nin korunması için herhangi bir eylem planının olmadığı belirtilmiş ve hazırlanması önerilmişti (sf. 101). Türk Deniz Araştırmaları Vakfı gibi sivil toplum örgütleri örnek olabilecek koruma planı taslağını hazırlayıp, konuyu gündeme getirmişti. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum 4 Haziran’daki “Müsilaj çözüm önerileri” toplantısından sonra, 6 Haziran’da Marmara Denizi Koruma Eylem Planı’nı kamuoyuyla paylaşacaklarını açıkladı.
Bu arada Marmara Denizi ısınmaya devam ediyor. Müsilajın görüldüğü son üç ay boyunca Marmara, olması gerekenden iki üç derece daha sıcaktı. Deniz için bir koruma planı hazırlanmasına geç kalındıysa dahi, yaşananlar iklim değişikliğine karşı gerçekçi bir eylem planı yapmak için fırsat olabilir mi? Burada söz siyasi iradede.
Ancak daha geniş bir çerçeveden bakarak, George Monbiot’un Yaban Yaşam isimli kitabında bahsettiği iki öneriyi de akılda tutmak gerek: Biri ekosistemi yabanileştirmek ve kendi haline dönmesini sağlamak, diğeri de insan yaşamını yabanileştirerek gerçekten doğayı sever ve ona saygı duyar hale gelmek.
Devam etmekten ziyade durmayı ve onarmayı ön plana çıkarmak önümüzdeki yıllarda daha çok konuşacağımız meselelerden.