Kadına yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan İstanbul Sözleşme’sine ilişkin iddialara her gün yenileri ekleniyor. Sözleşme hakkında sık sık dile getirilen, doğru bilinen yanlışları daha önce sıralamıştık. Sözleşmeye karşı çıkanlardan Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan, Haber Global’de katıldığı bir televizyon programında da “İstanbul Sözleşmesi’ne neden karşısınız?” sorusuna verdiği cevapta görüşlerini dile getirirken bazı iddialarda bulundu.
İDDİA: İstanbul Sözleşmesi Alfred Kinsey’nin çalışmalarına dayanıyor.
Alfred Kinsey toplumsal cinsiyet (gender) kavramı üzerinde değil, cinsel davranışlar, fanteziler, cinsel yönelim ve üreme üzerine çalışan bir seksolog, biyolog, zoolog ve entomolog idi. 1947’de Indiana Üniversitesi’nde kurduğu enstitü ile insan cinselliği üzerine araştırmalar yürüten ve önemli kitaplar yayınlayan Kinsey’in popülaritesinin en önemli nedeni ise, geniş katılımcı gruplar üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu heteroseksüel ve homoseksüel iki kutup dışındaki cinsel davranışların, sanılandan daha yaygın olduğunu ortaya koyan raporları oldu. Yani Kinsey’nin çalıştığı “cinsel yönelim” alanının sözleşme ile ilgisi yok; sözleşmenin andığı, "toplumsal cinsiyet" kavramı. Toplumsal cinsiyet, tıp ve pozitif bilimlerin değil, sosyal bilimlerin çalışma alanı. Kinsey ise bir sosyal bilimci değildi.
İstanbul Sözleşmesi ise kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti önlemeyi amaçlayan uluslararası bir metin. Aynı zamanda “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını da yapıyor. Sözleşme bu terimi, cinsiyetin biyolojik tanımına, yahut kadın ve erkek cinsiyetlerine alternatifler geliştirmek için kullanmıyor. Cinsiyetle ilgili, kaynağı toplumsal klişelerin sonucu olan eşitsizliklere işaret ediyor; bu eşitsizliklerden doğan şiddetin engellenmesini amaçlıyor. Yani şiddete neden olan eşitsizliğin kaynağının biyolojik temeller değil, toplumsal tutum ve algılar olduğunu söylüyor.
Sözleşmenin dördüncü maddesinde geçen cinsel yönelim terimi ise, taraf devletlere verilen sözleşmedeki hükümleri hiçbir temelde ayrımcılık yapılmaksızın uygulama göreviyle ilgili. Mağdurun haklarının, cinsel yönelim farkı gözetmeksizin korunması da buna dahil. Sözleşmede Kinsey’nin ilgili raporlarına dayanan herhangi bir ifade de yok.
İDDİA: Kinsey cinsel yönelim teorisi kitabıyla zoofili, nekrofili, pedofili ve ensesti olağanlaştırıyor, eşcinselliğin insanın doğasında olduğunu, serbest bırakılması gerektiğini savunuyor.
Alfred Kinsey’nin cinsel yönelim adlı bir kitabı yok. 1948 yılında yayınladığı Erkekte Cinsel Davranış (Sexual Behavior in the Human Male) ve 1953 yılında yayınladığı Kadında Cinsel Davranış (Sexual Behavior in the Human Female) raporları ise, 10 binden fazla kişiyle yapılan görüşmelerin analizine dayanıyor. Metodolojik bazı eleştirilere maruz kalsa da, Kinsey’in raporları alanındaki en güçlü araştırmalardan.
Kinsey araştırmaları sonunda cinsel yönelimin çift kutuplu (homoseksüel ve heteroseksüel) ve katı bir kategorizasyona indirgenemeyeceği sonucuna ulaşıyor; yedi basamaklı bir spektrum öneriyor. Kinsey Ölçeği ya da diğer adıyla Heteroseksüel-Homoseksüel Derecelendirme Ölçeği denen bu spektrumda, parafililer yer almıyor. Raporlarda zoofili, nekrofili gibi parafililere ilişkin herhangi bir savunuculuk ya da serbestiyet çağrısı da yapılmıyor. Kinsey’e dönük eleştiriler yeni de değil. Araştırmalarının yayınlandığı 1940’lı yıllardan bu yana toplumsal ve ahlaki değerleri tehdit ettiği gerekçesiyle muhafazakarlar tarafından eleştiriliyor.
İDDİA: Toplumsal cinsiyet teorisini ortaya atanlardan biri de biseksüel bir erkek olan Simone de Beauvoir. Toplumsal cinsiyetin müfredata alınmasını ve okullarda okutulması gerektiğini savunuyor.
Fransız yazar ve filozof Simone de Beauvoir, Erbakan'ın iddia ettiğinin aksine bir kadın. Simone de Beauvoir’ın kadınlarla da birlikte olduğu biliniyor. Beauvoir feminist varoluşçuluk ve feminist teori üzerinde önemli bir etkiye sahip olan İkinci Cins kitabında, kadına siyasi, toplumsal ve kamusal alanda biçilen ikincil role dikkati çekiyor. Kitapta toplumsal cinsiyet kavramına yer verilmiyor, ancak ünlü “Kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesi bugünkü toplumsal cinsiyet ve cinsiyet arasındaki ikiliğe işaret ediyor ve bu kavram etrafındaki tartışmaları güçlendiriyor. Beauvoir bu ifadesiyle, kadın cinsiyetine sahip olarak doğulsa da, toplumsal cinsiyet olarak “kadının” mevcut sosyal şartlar içinde oluştuğuna işaret ediyor.
İDDİA: Sözleşme şiddeti engellemiyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin en yaygın olduğunu İskandinav ülkelerinden Danimarka, Finlandiya ve İsveç dünyada & Avrupa’da kadına şiddetin en yüksek olduğu ülkeler.
Sözleşmenin şiddeti engelleyemediği iddiası sözleşme karşıtları tarafından sık sık gündeme getiriliyor. Bu iddiaya ilişkin problemleri daha önce değerlendirmiştik. Erbakan bu iddiasını desteklemek için sözlerine Uluslararası Af Örgütü’nün İskandinav ülkelerindeki kadına şiddeti inceleyen raporlarından bahsederek devam ediyor. Konuyla ilgili anahtar kelimelerle arama yaptığımızda Uluslararası Af Örgütü’nün bahsi geçen ülkelerle ilgili iki raporuna ulaşıyoruz. Case Closed isimli ilk rapor 2010 yılında, Time for Change isimli ikincisi ise 2019’da yayınlanmış. Raporlarda bu ülkelerin dünyada veya Avrupa'daki en yüksek kadına şiddet oranına sahip olduğunu söyleyen bir veri yok. Zaten raporların amacı, toplumsal cinsiyet eşitliğinde ön sıralarda yer alan bu ülkelerde bile, cinsel şiddet vakalarına cevap vermekte gecikildiğinin altını çizmek.
İDDİA: Uluslararası Af Örgütü’nün araştırmasına göre Finlandiya yılda 50 bin tecavüz vakasıyla dünyada ilk sırada.
Uluslararası Af Örgütü’nün ilgili raporlarında böyle bir bilgi yok. İddiaya sebep olabilecek tek bir veri var. Burada da Finlandiya’da 50 bin kadının tecavüze uğradığı değil, cinsel şiddete maruz kaldığı, bunların da küçük bir kısmının cezalandırıldığından bahsediliyor.
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin (UNODC) verilerine göre, Avrupa’daki en yüksek tecavüz oranı İsveç’te. Ancak UNODC, ülkelerin kullandığı suç tanımları ve raporlama yöntemleri arasındaki geniş farklılıklar nedeniyle, bu verilere dayanarak kıyas yapılırken dikkatli olunması gerektiğini hatırlatıyor. Örneğin İsveç’te tecavüz tanımına korkutma ve tehditle mağduru rızasının geçersiz olacağı konumda bırakan kişinin cinsel eylemlerinin de dahil edildiği daha geniş bir tanım kullanılıyor ve mağdur ve fail arasındaki her bir fiil ayrı ayrı değerlendirilip raporlanıyor. Bu da rakamların otomatik olarak artmasıyla sonuçlanıyor. Buna karşın Danimarka ve Norveç’te ise bir mağdur için tek bir dosya açılıyor.
Dünyada en yüksek tecavüz oranına sahip ülke ise Güney Afrika. Bu listede İsveç altıncı sırada. Ancak listede hiç tecavüz vakası bildirmeyen ülkeler ve tecavüzü saldırı olarak sınıflandıran Mısır gibi örneklerin de yer aldığı görülebiliyor. Diğer yandan kadınlar için en tehlikeli ülkeler sıralamasına baktığımızda, iddiada bahsi geçen ülkelerin listede yer almadığını görüyoruz. Yani yalnızca bu tür sıralamalar temel alınarak, ülkelerdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliği veya şiddet sorunuyla ilgili doğrudan bir sonuca ulaşmak mümkün değil.